Veda

Pazartesi günü  Zülfü Livaneli'nin “Veda” adlı filmini seyrettim.

Film Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ün hayata veda etmesine birkaç saat kala başlıyor...

Hem bir veda hem de elveda olan bu ayrılığın kaçınılmazlığını farkettiğinde yaver Salih Bozok'un içine düştüğü yoğun keder seyirciyi daha ilk sahnede filmin içine alıyor...

Gerçek bir dostluk duygusu beni eskiden beri şaşırtmış ve inanılmaz gelmiştir.

Böylesi yakınlıkların bir öykünme, bir kendini kaybetme hali ya da en basit haliyle abartıdan ibaret olduğunu düşünürüm.

Salih Bozok'un Atatürk'ü kaybetmek üzere olduğu son saatlerdeki biçareliği, o gelgitleri, “Onsuz olmak oksijensiz kalmak gibi” sözleri bu yüzden beni özellikle celbetti.

Aklıma Montaigne'in dostluk üzerine yazdığı denemesi geldi. O etkileyici denemede Montaigne yitirdiği dostunun ardından şöyle diyordu:

“Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine o kadar açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona güvenecek hale geliyordum. Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum. Tattığım zevkler bile beni avutacak yerde ölümün acısını daha fazla arttırıyor. Biz her şeyde birbirimizin yarısı idik; şimdi ben onun payını çalar gibi oluyorum.”

Atatürk'ün Selanik'teki çocukluk yıllarının işlenişi filmde en iyi bölümlerdendi. Livaneli ve filmin ekibi bu sahnelerde gerçekliği en üst boyutta yakalamayı başarmış...Yalnız; keşke, Mustafa'nın, annesinin ısrarıyla gönderildiği mahalle mektebindeki Hoca Efendi, zihniyet olarak sert ve hoşgörüsüz olarak sunulmakla kalsaydı da bu sunuşun Hoca'nın fiziksel portresi (siması) ile de desteklenme ihtiyacı gibi bir handikaba düşülmemiş olsaydı.

Trablusgarp günlerinde Atatürk'ün etrafına yaydığı o belli belirsiz havai hal; Veda'yı şimdiye kadar çekilen diğer Atatürk filmlerinden ayıran ve başarıda doruk yaptıran en önemli öğeydi. Hem savaşın hem gençlik çağının tam ortasında; savaşın kederiyle gençliğin neşesinin sarmaş dolaş olduğu o yıllar Atatürk gerçeğinin en pür haliyle yansıdığı karelerdendi...

Fikriye ve Latife'ye gelince... Bu iki aşk üzerine pek bir şey söylemek gelmiyor içimden...

Sadece şunu söylemeden geçemem ki; bu konuda taraf tutmuyorum ve Latife Hanım'ın kitaplarda olsun fimlerde olsun hep yansıtagelinen hırçınlığının aşktan geldiğine inanıyorum...

Hangi aşkın daha büyük olduğunu kim bilebilir?

O meşhur şarkıdaki gibi bazen “kalmak”, “gitmek” den daha zor olabilir!

Filmde Zübeyde Hanım'ı canlandıran Dolunay Soysert, benim naçizane değerlendirmeme göre filmin en iyi oyuncusuydu. Her yönüyle tam bir anne... Hepimizin annesi kadar sahiplenici, hepimizin annesi kadar müdahale edici, değişime direnici ve sevgi dolu...

Vefat haberiyle ağlarken Atatürk'ün ağzından dökülen “anne” sözü öyleydi ki; sanırım şu dünyada sorgulanmayacak bir sevgi varsa o da anne sevgisidir.

Son olarak filmde Atatürk'ün el falına bakan kadın oldu aklımda kalan.

Ata'nın elini avucuna alıp “Padişah olacaksın. 15 yıl hüküm süreceksin” diyor falcı kadın.

Kimbilebilir; bu sözlerin Mustafa Kemal'i ne kadar derinden ekilediğini ya da en diplerde saklı süveydayı nasıl su yüzüne çıkardığını....

 

 

SABAH AKDENİZ’DEN ALINMIŞTIR

Yayın Tarihi
05.03.2010
Bu makale 5300 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!