Ah güzel Antalya!

Dünya üzerinde var olan gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler gerçeği sadece ekonomik değil beraberinde ahlaki ve siyasi sorunların da merkezini oluşturuyor. Siyasi karmaşaların, entrikaların ve hatta aleni yaşanan savaşların!

Neredeyse, tüm kötülüklerin sorumlusu gösterilebilecek bu gerçeğin nedenlerini araştırmak, analiz etmek ve çözümleyici politikalar oluşturmak da iktisat biliminin varlık nedenlerinden...

Pek çok iktisatçı azgelişmişlik sorununu kapitalist sistemin varlığı ile açıklarken bir kısım iktisatçılar ise dünyada var olan azgelişmişlik (ekonomik yoksulluk ve sosyo-kültürel yoksunluk) gerçeğini iklim koşullarına dayandırıyor. Azgelişmiş ülkelerin hemen hemen hepsinin tropikal iklim kuşağında olduğuna dikkat çekerek kuramlarını doğruluyorlar...

Marmara bölgesinde geçirdiğim üç haftalık tatilin ardından Antalya’ya geldiğimde ve o dayanılmaz sıcaklıkla gündelik işleri bile layıkıyla yapmakta zorlandığımda bahsettiğim bu kuram aklıma geldi ve azgelişmişlik sorununda iklim koşullarının belirleyici olduğuna kesinkes kanaat ettim.

Tatil dönüşü kapıda karşılaştığımız komşumuzun sıcaklardan şikayet edişini ve “nonstop” klima çalıştırıyoruz deyişini gülümseyerek karşılamıştık. Sanki Antalya yazını hiç bilmezmiş gibi bu şikayeti abartılı bulmuştuk. Şimdiyse yerden göğe hak veriyoruz işte... Böyle bir iklimde sadece hareket etme değil, düşünme yetisini bile kaybediyor insan... Üretmek zorlaşıyor. İktisadi düşünme kabiliyeti sekteye uğruyor. Sosyal anlamda da varlık içinde yoksunluğa bırakıyor kendini... Deniz bile cazibesini kaybediyor... Klimanın yamacından  uzaklaşmayı gerektiren her faaliyet işkenceye dönüşüyor...

Aslında Antalya evvel ahir böyle. Yani şehrin bizlere bir sürprizi değil bu sıcaklar... Öyleyse neden her geçen yıl şikayetlerim katlanarak artıyor diye düşündüm... Bu Antalya’nın suçu değil elbette, bu benim suçum! Geçen yıllarla yıpranan fizyonomi ve aşınan sabır taşı olmalı bunca artan şikayetimin müsebbibi...

Eskiden olduğu gibi yaylaya çıkma alışkanlığı da kalmadı buralarda... İnsanları şehre bağlayan iş durumları çağın bir gerekliliği olarak yaylaya çıkmayı lüks kıldı.

Böyle olunca da aklın Marmara’da kalması kaçınılmaz oluyor. Serinliğin yaz gecelerine ne kadar yakıştığı hatırdan çıkmıyor. Marmara’nın serin ve sakin kasabaları gelecek hayallerinin mekanları olarak birbiriyle yarışırcasına sıraya giriyor. Erdek, Ocaklar, Narlı, Ayvalık, Altınoluk, Akçay...

Sonra bir de elinin altında kalan o muhteşem şehir İstanbul... Üstündeki efsunun içinden geçenlerin iliklerine işlediği, gören her kalbin sevdalısı İstanbul...

Böyle yazmakla Antalya’ya haksızlık ediyorum belki... Ama şaşırmayın; insanız işte... Güzellikleri çabuk unuturuz... Bakın Antalya’nın bahar aylarını, portakal çiçeklerinin kokusunu, ılık yağmurlarını nasıl da unutuyorum hemen...

Sanıyorum ki bunun suçlusu da ben değilim ama İstanbul... Boğaza karşı oturmak, İstiklal Caddesi’nde akan insan selinin içinde kendini unutup kendine başkalaşmak, Eminönü’nün o salaş rıhtımında balık ekmek yemek, Sultanahmet Cami’nin bahçesinde derinlere bakmak... Sonra bir de Emirgan’da çay içmek... İnsanı böyle vefasızlaştırıyor işte...

 

Yayın Tarihi
23.07.2008
Bu makale 1255 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Çok haklısın Yasemin'ciğim, unutturdu sıcak bize Antalya'nın portakal çiçeği kokan sokaklarını. Özellikle serin bir Marmara gecesi için neler vermezdim bir bilsen. Sevgilerimle...

Özlem Akaydın 24.07.2008

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!