Söylemler, dilde ya da metinde tezahür eden toplumsal ifade biçimleridir. Söylemlerin, dilde ya da yazıda tezahürünün ötesine taşan etkileri vardır. Söylemlerin özgür bir dinamikliği yoktur. Söylemlerin dinamikliğinin “akışı” yönlendirilir ve ayarlanır. Kim tarafından yazıldığı ya da söylendiği çok da ilginç bir şey değildir. Asıl ilginç olan söylemlerin üstlendiği işlevlerdir (Treibel, 2004).
Yedi günde söylemlerimiz güçlü bir değişime uğradı. Birkaç hafta öncesine kadar “Zam”, “Enflasyon”, “Yoksullaşma” gibi kavramlardan kaynaklanan söylemlerimizin yerine “Avrupa’nın ikiyüzlülüğü”, “Montrö anlaşmasının uygulanması”, “Diktatör Putin”, “Komedyen kahraman Zelensky”, “ABD ve AB yaptırımları”, “Dezenformasyon”, “Sivil direniş”, “Saldırı”, “İstila”, “Diyalog”, “Düşman ve dost”, “Mavi gözlü ve sarı saçlı Avrupalıların ölümü”, “Avrupalı mülteciler” ve daha birçok söylem gündemi belirledi ve belirlemeye de devam ediyor. Her gün bunlara yenileri ekleniyor.
Söylemlerimizin fay hatlarındaki bu kaymanın sebebi Ukrayna-Rusya savaşı değildir. Yedi gün öncesine kadar Ukrayna ve Rusya hiçbir ülke insanının sözlü ve yazılı söylemlerinde önemli bir rol oynamazken, birdenbire her gün bunu konuşmaları ve yazmaları, insanların barışa olan sevgisinin bir sonucu değildir. Eğer insan gerçekten barış ve sevgi hayranı olsaydı, Ukrayna-Rusya savaşından önce de var olan ve hâlâ devam eden dünyanın çeşitli coğrafyalarındaki savaşlardan rahatsız olur, söylemlerini barış ve sevgi kavramlarını odak noktaya koyarak yazar ve söylerdi.
Biden’i, Putin’i ve Zelensky’i ne kadar tanıyoruz? Silahtan, ordudan, siyasetten, medyadan, teknolojiden, savaştan ne kadar anlıyoruz? Bunlara gerçekçi bir cevap verecek olursak, “HİÇ” demek zorunda kalacağız. Buna rağmen mutlak söylemlere meyil gösteriyoruz, kimilerini övüyor, kimilerini yeriyoruz ve bu övgü ve yerme söylemleriyle “hakikati” dile getirdiğimize inanıyoruz. Bize bu inancı aşılayan nedir?
Söylemler, kişinin ne hakkında ve ne ile savaştığıdır; ele geçirmeye çalıştığı güçtür (Foucault, 1991). Dolayısıyla söylemler sahip olmadığımız, ama sahip olmayı arzu ettiğimiz bir gücün eksikliğinin göstergesidir.
Yunanistan Başbakanı Mitsotakis Ukraynalıları kastederek “Onlar bizdendir” derken, aslında Ukraynalıların kendisinden olmadığını, ama güncel koşullar nedeniyle kendisinden olmasını arzuladığını ifade etmektedir.
Irkçı Fransız siyasetçi ve cumhurbaşkanı adayı Le Pen “Avrupa ülkelerinin sadece Avrupalı mültecileri kabul etmesi doğaldır” derken, söylemindeki asıl tehlike “Avrupalılık” değildir, asıl tehlike “doğallığı” vurgulamasıdır. Le Pen, bu söylemi ile Ukraynalıları “Avrupalı” gördüğünü ifade etmeye çalışmıyor, asıl ifade etmek istediği şey “ırkçılığıdır” ve bunu “doğal” kavramıyla yapıyor.
Söylemler belli bir mekânda ve zamanda tezahür ederler. “Bugün” ve “Ukrayna”, güncel söylemlerin zaman ve mekân bağlamlarıdır. “Yarın” ve “başka ülke” söylemlerimizi tümüyle değiştirecektir.
Söylemlerdeki bu oynaklığı kavrayamazsak, söylemlerin anonim, siyasi, ideolojik, ekonomik, coğrafi bağımlılığının farkında olmazsak, üzerimizdeki tehlikeli etkilerini anlayamayız. Dahası bu söylemleri benimser, üstlenir ve kendimize aitlermiş gibi görmeye başlarız. Böylece kendi dimağımızdan fışkırmayan, “Başkalarının söylemlerini üreten robotlar” haline geliriz.
Ülkeler istiladan kurtulabilir, ama istilaya uğrayan insan bilinciyse, onu istiladan kurtarmak çok zordur. Söylemlerle istila edilmeye çalışılan bilincimizi savunmalıyız. İnsanlığın bilincini istilaya hazırlanan Dezenformasyon Savaşına karşı uyanık olmalıyız.Söylemlerin Fay Hattu