Türk toplumunun artık “Yaşlı” toplumlar arasında yer aldığını kabul etmemizin sebebi, nüfusumuzun %10,2’sinin 65 yaşını doldurmuş olmasıyla açıklanmaktadır. İlk bakışta sorgusuz sualsiz kabul edilebilir gibi görünse de gerontolojik açıdan oldukça sorunlu bir tanımdır. Kısaca bunun sebeplerinden bahsedeceğim.
30 yıl öncesine kadar bilimsel literatürde yaşlılık, meslekten ayrılma ve yaşamın sonu arasındaki tanımlanabilir bir dönem olarak kabul edilirdi. Bu nedenle, yaşlılığın başlangıcı genellikle, emekliliğin resmi başlangıcına tarihlenirdi. Fakat Türkiye’de kısa süre öncesine kadar kadın 20, erkekler 25 yıl çalıştıktan sonra emekli oluyordu. Yani 18 yaşında çalışmaya başlayan bir kadın 38 yaşında, bir erkek 43 yaşında emeklilik hakkını kazanıyordu. Dolayısıyla Türkiye’de emeklilik yaşı eskiden kesinlikle yaşlılık döneminin başlangıcı olarak kabul edilemezdi. Buna rağmen politikacılar sıklıkla yaşlı ve emekli kavramlarını aynı cümle içinde eş anlamlı kavramlar gibi kullanabiliyorlardı.
Böylece Türkiye'de henüz birkaç yıl öncesine kadar, yaşlılık kavramı belirsizdi. Emeklilik sonrası dönemi ifade etmek için kullanılan bu terim, 20-25 yıl çalıştıktan sonra emekli olanları mı, 65 yaşını dolduranları mı, yoksa bedensel veya zihinsel randımanı düşenleri mi ifade ettiği kesinlikle net değildi.
Son yıllarda sanki bu belirsizlik ortadan kalkmış gibi görülüyor. Herhalde 2048’den itibaren Türkiye'de herkesin 65 yaşında emekli olacağı dikkate alındığında, yaşlılık ve emeklilik neredeyse eş anlamlı hale gelmiş kavramlar olarak görünüyor. Bu yüzden olsa gerek, emeklilik ve yaşlılık çok daha fazla bir sıklıkla aynı kapıya çıkan kelimeler gibi kullanılmaya başlandılar. Oysa yaşlılık ve emeklilik ne eskiden, ne de bugün eş anlamlı kavramlar değildiler. Bu iki kavram arasında hâlâ, net bir ayrım yapmak mümkün değildir.
Yaşlılığın belli bir yaşta başladığı varsayımı giderek kırılgan hale gelmiştir. Bunun nedeni, yaşlı nüfusun psikofiziksel durum, maddi yaşam koşulları, sosyal saygınlık veya hayata dair öznel bakış açıları bakımından büyük çeşitlilik göstermesidir. Ayrıca meslekten ayrılma da tanımlayıcı bir özellik olmaktan çıktı.
Malulen emeklilik, erken emeklilik ve diğer işgücü piyasası politikaları nedeniyle, gerçek emeklilik yaşının giderek daha esnek hale gelmesi, emeklilik ve yaşlılık arasındaki farkların daha da artmasına yol açtı.
Ayrıca resmi emeklilik yaşına ulaşanların sayısı da giderek azalmaktadır. Sürekli kazanç sağlayan bir istihdam, nüfusun sadece bir kısmı için mümkün olabilmektedir. Büyük bir insan kitlesi (örneğin sürekli işsizler, geçici işçiler, yarı zamanlı çalışanlar, ev hanımları, engelliler, kronik hastalar, malvarlığıyla ya da mirasla geçinenler), istihdam sektöründe ya hiç yer almamakta ya da kısmen yer almaktadır. Bunları dikkate alacak olursak, yaşlılık ve emeklilik kavramlarının yeniden değerlendirilmesi gerektiği aslında kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Yaşlılık, sadece kronolojik bir yaşa dayanarak değil, bireylerin psikofiziksel durumları, maddi yaşam koşulları veya toplumsal rolleri gibi, çeşitli faktörler göz önünde bulundurularak tanımlanmalıdır.
Emeklilik, meslekten ayrılmanın ötesinde, bireylerin toplumsal ve ekonomik yaşamda aktif rol alıp almadıklarıyla ilişkilendirilmelidir. Bu yaklaşım, yaşlılık ve emeklilik kavramlarının daha kapsamlı bir şekilde ele alınmasını sağlayacak bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın benimsenip benimsenmeyeceği ise, bizim yaşlanmaya, yaşlılığa ve yaşlı insana bakış açımıza bağlıdır. Gerontolojinin bu konuya ilişkin düşünceleri şimdiye kadar karar verici aktörler tarafından dikkate alınmamıştır ve yakın bir zamanda dikkate alınacağına dair bir belirtiye de rastlamıyoruz.
Hâlbuki Türkiye İstatistik Kurumu’nun sık sık yayınladığı veriler, nüfusumuzun giderek daha da yaşlanacağını gösteriyor. Kafasını kuma gömen devekuşu gibi, biz yaşlılığı görmek istemiyoruz diye, yaşlılık yok olmayacaktır. Bu yüzden bir an önce kafamızı kumdan çıkarıp, gerçeklerle yüzleşmemiz ve gereğini yapmamız daha hayırlı olacaktır.
Böyle düşünüyor Gerontoloji; bizden söylemesi…