Bir cenaze kalkacak son yolculuğuna. Yatıyor koca bir ömür tahta sandıkta. Sanki uyuyor, sanki uyanacak dokunduğunda. Göğüs kafesi inip kalkmıyor; dokunuyorsun, okşuyor öpüyorsun, tepki vermiyor. Uykusu derin, uyansa da “Nasılsın?” diyeyim. Kıpırdamıyor artık o dudaklar. “Konuş” demek geçiyor içinden diyemiyorsun. Aklına diyebileceğin çok şey geliyor, vaktiyle diyemediysen üzülüyorsun. Ona sarılıp öpmek, yine dizlerine uzanmak, kucağında yatmak geçiyor aklından, yapamayacağını bilmenin acısını çekiyorsun. Yalan dünyadaki var oluşunu mümkün kılanın, koca ömrünün bir tahta sandığa sığmasına içerliyorsun. Bu mudur hayat? Çırpınıp durduğun, şan ve şeref peşinde koştuğun, geceni gündüze kattığın, neşe, hüzün ve gururla bağdaştırdığın hayat, ufak bir tahta sandığa sığacak kadar küçük müdür? Yaradan’a soruyorum ama cevap yok. “Ölünce görürsün” der gibi!
Onu bir daha göremeyeceğini, “Gamzelim” diyen şefkat dolu sesini işitmeyeceğini, “Evladım, evladım, evladım” diye atan nabzını hissedemeyeceğini bilmek, budur acı veren insana. Geride kalmak gitmekten daha zor. Gitmesi gerekenin gitmemesi için çırpınışlarının sebebi egoistliğin. Kendini düşündüğün için yolcuyu uğurlamak istemiyorsun. Ölene değil, kendine ağlıyorsun.
Ölüm ayrılık mıdır, buluşmak mı? Ölen ile ayrı bir evren boyutunda buluşabilirsin. Bu manevi, ruhani ve rahmani boyutta ölen ile bir araya gelebilir, onunla iletişim kurabilirsin. Sessizliğin egemenliğinde ruhlar konuşur. Sarılabilirsin sarılmadan, öpebilirsin öpmeden, koklayabilirsin koklamadan. Manevi boyutta daha önce keşfedemediklerini keşfedebilir, ölenin iletişimsel tepkisini hissedebilirsin. Dıştan görülemeyen, sadece saf ve temiz gerçek sevgi ile kurulan bu iletişim boyutunda iki ruh buluşabilir. Canlanır ölen o buluşmada. Konuşur, sever, okşar seni. Unutulanlar sel gibi akar, sarsılırsın, yüreğin dayanamaz.
Bilinç, algı ve davranış modellerin değişir bu son buluşmada. Aklına şaşarsın, teslimiyet ve teslim olmamak arasında gider gelirsin. Ölenin, geride kalanlara verdiği son derstir bu, öğrenmen gereken. Bir cenaze kalkarken rahatlar kimi vicdanlar, kimisi de azap içinde kıvranır. Zannetme sadece tahta bir sandık geçiyor. Son dersin öğretmen adayı olarak ölenin son dersine katıl. Kaçırma ne olur bu dersi, kaçırma. Bir gün sen de aynı dersi diğerlerine öğreteceksin.
Bu “defteri” kapatmadan önce vereceği son ders için duruyor musalla taşında, bekliyor sabırla gelmelerini. Dizildiler işte sıra sıra büyük öğretmenin önünde eğik başlar, buruk yürekler. Sessizliği imamın sesi yarıyor. Arapça Türkçe karışımı izahları havada kalıyor. Asıl dersi imam değil, musalla taşındaki büyük öğretmen veriyor. “Bana bak ve kendini gör” diyor. İmam son duasını okurken, kafalar sağa sola selam veriyor. Bir telaş başlıyor. Tabuta omuz verme telaşı. Herkes büyük öğretmeni yatağına götürme telaşında pay sahibi olmak istiyor. Nedir bu acele? Sinemada en iyi koltuğu kapma telaşı gibi. Onun yeri hazır ve kimse o yeri kapmaya zaten niyetli değil.
Hekimin verebileceği bir ilaç yok bana; “Acı çekmeden uyudu” demesi gelmiyor yeterli. Bunun tek ilacı var. O da vicdan rahatlığı. Rahatsa vicdanın manevi iletişim evreninde kucaklar seni. Acılarına merhem olur. Değilse vicdanın rahat, o zaman amansız bir hastalıktır ve ilacı yoktur.
İşte omuzlarda şimdi, büyük öğretmen. Krallar gibi omuzlarda yatağına götürülüyor. Rahat edecek mi acaba? Beğenecek mi yatağını? Islak, soğuk, nemli demeyecek mi? Kabri ona cennet olacak mı?
Evet. Evet. Evet. Evet.
Sorma nereden bildiğimi. Evrenin bu boyutunda akıl ve mantık işlemiyor. İnanç denilen, her insana nasip olmayan maneviyat cevapları verdiriyor. Evetlerim buna dayanıyor. Ölümün güzel de olurmuş meğer. Söylerlerdi inanmazdım. Haklılarmış meğer. Büyük öğretmenimden aldığım son ders, bunu öğretti bana. Bir zaman diliminde bilmediğim bir an geldiğinde buluşmak üzere saygıyla eğiliyorum, bir an hatırlıyorum ellerinden dökülen lezzetleri, kalkmayan elimi kaldırıyorum, sallıyorum olmayan şapkamı. Gidiyor gök kubbeye yakın yüreğimin bir parçası. Elveda teyze!