Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Göktaş, bir konuşmasında şöyle diyor: “Annelik ve babalık itibarsızlaştırılıyor, aile bağları zayıflıyor. Cinsiyetsizleştirmeyi dayatan küresel ve sistematik bir saldırı gerçekleşiyor. Zararlı akım ve alışkanlıklar, çocuklarımız başta olmak üzere, tüm aile bireylerini olumsuz etkiliyor. Tüm bunların sonucu olarak, ülkemizin geleceğini tehdit eden ciddi bir demografik dönüşüm süreci yaşanıyor. Bu meydan okumaların olumsuz etkilerine karşı, aile kurumunu korumak bizler için her zamankinden daha büyük bir sorumluluktur.” (1) (Bakan Göktaş’ın cümlelerindeki bazı kelimelerin altını ben çizdim).
“Aile”, “Aile bireyleri” ve “Aile kurumu” kavramları üzerinde biraz duralım: Her ne kadar 16. Yüzyıldan beri aile kelimesi günlük dilde kullanılsa da, ailenin ne olduğu konusunda ne günlük yaşamda, ne de bilimde ortak bir anlayış yoktur. Örneğin aile ve akrabalık sıklıkla eş anlamlı olarak kullanılır ve çocuksuz evlilikler de aile olarak adlandırılır. Bilimde yaygın olarak kullanılan aile tanımlarına bakıldığında, yazarların çoğunun, tercih ettikleri epistemolojik paradigmaya göre, ailenin genel toplumsal önemine ya da grup karakterine vurgu yaptıkları görülür (Nave-Herz, 1996, s.190). Aile hakkında bu açıklamalar dikkate alındığında, “Aile” ve “Aile bireyleri” kavramlarının aslında kimleri kastettiği belli değildir.
“Aile kurumu” kavramının anlamı nedir? Berger ve Berger’in (1994, s.63) kitabında şu cümleye rastlıyoruz: “Çocuk henüz aileyi toplumdaki belirli bir kurum olarak görmez.” Ailenin toplumsal bir kurum olduğunu, ama çocuğun henüz bunu bu şekilde algılamadığını belirten bu cümlenin anlamı nedir?
Kurum nedir? Kurum, düzenleyici örüntüler, yani birey davranışlarına yönelik toplumsal programlar olarak tanımlanır (Berger ve Berger, 1994, s.55). Bu tanım, terimin olağan kullanımından farklı olmakla birlikte, onunla çeliştiği anlamına gelmediği için pek fazla itirazla karşılanmaz. “Aile kurumu” kavramındaki kurum kelimesinin hangi anlama geldiğini az-çok tahmin edebildiğinizi kabul edelim. Aile kurumu, öyle görünüyor ki, düzenleyici örüntüler dediğimiz, yani davranışlarımızla ilişkili toplumsal beklentilerle ilişkilidir. Dolayısıyla Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Göktaş’ın, “… aile kurumunu korumak bizler için her zamankinden daha büyük bir sorumluluktur” demesi, aile bireylerinin aile kurumu tarafından düzenleyici örüntülerinin korunmasıyla bağlantılıdır. Nitekim bunu, daha önce belirttiği cümle bağlamında ele alınca anlıyoruz: “Zararlı akım ve alışkanlıklar, çocuklarımız başta olmak üzere, tüm aile bireylerini olumsuz etkiliyor.” Dolayısıyla aile kurumunun düzenleyici örüntülerindeki istenmeyen değişimlerinden söz ediyor. Bu açıklamalar olmasaydı, herhalde “Aile kurumu” denildiğinde ilk aklınıza gelen şey, “Anne, baba ve çocuklardan meydana gelen” bir insan grubu olacaktı. Ancak şimdi “Düzenleyici örüntüler” dediğimiz, kavranış dokularını da hesaba katıyorsunuz.
Kurum kavramının insanlarla ilişkili, ama insansız da olabileceğini göstermek için dili (lisanı) ele alalım. Lisan da bir toplumsal kurumdur. Berger ve Berger (1994, s.55) şöyle diyor: “Dilin, bireyin yaşamında karşılaştığı ilk kurum olması gibi, toplumun da büyük olasılıkla en temel kurumu olduğunu söylemekten çekinmiyoruz.” Dil, toplumun en temel kurumu mu? Bu nasıl oluyor? Temeldir, çünkü diğer bütün kurumlar, görevleri ve özellikleri ne olursa olsun, düzenleyici bir örüntü olarak dili varsayarlar. Devlet, ekonomi, eğitim ve aile, oldukları şeyden bağımsız olarak, bireysel eylem için olanaklar, kavramlar ve talimatlar içeren bir dilsel sınıflandırma sistemine bağımlıdırlar. Bunların, dilin yarattığı ve dil sayesinde sürdürülebilen anlamlı bir dünyaya ihtiyaçları vardır.
“Dil, insanın ilk temas kurduğu kurumdur.” (Berger ve Berger, 1994, s.55). Bu size şaşırtıcı gelebilir. Çocukluğunuzda ilk karşılaştığınız kurum hangisidir diye sorulsa, muhtemelen aklınıza ilk “Aile” gelecektir. Bir bakıma haklısınız. Çocukların çoğu için birincil sosyalleşme, ailede gerçekleşir; ama aile aslında belirli bir toplumda akrabalığın kurumsallaşmasının özel bir biçimidir. Elbette aile çok önemli bir kurumdur. Ama çocukken bunu öyle algılamayız. Anne-baba, kardeşler veya birincil sosyalleşmede rol üstlenen diğer kişiler (örneğin büyükanneler ve büyükbabalar, dayılar, amcalar, halalar vs.), daha sonra, bu bireylerin ve yaptıklarının, “Aile” denen daha büyük bir toplumsal gerçekliğin örneği olduğu ortaya çıkar (Berger ve Berger, 1994, s.56).
Bu konu hakkında daha çok şey söylenebilir ama burada keselim; “Kurum” kavramının ne anlama geldiği sanırım anlaşıldı: “Düzenleyici örüntü” dediğimiz, toplumda arzu edilen davranışları oluşturan her şey toplumsal bir kurumdur. Dilin de böyle bir etkisi olduğu için, dil de toplumsal bir kurumdur. Sosyal hizmetlerde “Aile kurumunu korumaktan” söz ediliyorsa ve - biz ince okuyup sık dokuyacak olursak-, aile fertlerinin korunmasını değil, aslında toplumsal kurum olarak ailenin sağladığı “Düzenleyici örüntülerin” korunmasından bahsetmektedir.
Sosyal hizmetler bağlamında üzerine konuşmak istediğimiz “Aile kurumu” değil, daha ziyade “özel bir tür grup” olan toplumsal bir alt sistem olarak ailedir. Bu alt sistem, “Belirli bir içyapı, yani kesin olarak tanımlanmış toplumsal roller ve üyeleri arasındaki ilişkilerin belirli nitelikleriyle ile karakterize edilir.” (Have-Herz, 1996, s.190). Bu teorik gelenekten kaynaklanan tanımların çoğu, kısmen örtük olarak, modern (Batı Avrupa kökenli) çekirdek aileye gönderme yapmaktadır, çünkü aile duygusunu, ailenin bir özelliği olarak vurgulamaktadırlar. Bu, aile içi bağlılık yapısının duygusallaştırılması, yakınlaştırılması ve dışlayıcı hale getirilmesi anlamına geliyor. Konuşmalarımızda sıklıkla “Ailenin mahremiyeti” veya “Ailenin özel hayatı” gibi kavramların ardında, işte aile kavramının ardında bu tür duygusallaştırma, yakınlaştırma ve aile dışındakileri dışlama eğilimleri yer almaktadır.
Aileyi diğer toplumsal sistemlerden ayıran ölçütlerin ne olduğu sorulduğunda ve hem makro, hem de mikro düzeylerin dikkate alınması istendiğinde, aileler, hangi özel tarihsel veya bölgesel biçime sahip olurlarsa olsunlar,
- Kültürel değişkenler olan en azından üreme ve toplumsallaşma işlevleri gibi belirli toplumsal işlevlerin üstlenilmesiyle,
- Kuşaklar arası farklılaşmayla ve
- Üyeleri arasındaki özel bir işbirliği ve dayanışma ilişkisi ile karakterize edilirler (Have-Herz, 1996, s.190).
100 yılı aşkın bir süredir yapılan araştırmalara rağmen, ailenin tarihsel kökenleri veya bunun sorumlusu olan koşullar hakkında henüz genel olarak kabul görmüş bir teori yoktur. Ancak, bugün artık ailenin tarihsel olarak devletten daha eski olduğu ve makul derecede güvenilir verilere sahip olduğumuz kültürümüzde, her zaman yan yana var olan farklı aile biçimlerinin olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Örneğin, Avrupa’da sanayi öncesi zamanlarda nüfusun çoğunluğu, ana özelliği mal ve emtia üretimi, ticaret veya başka bir şey olan ve aile üyeleri genellikle yabancıları da içeren, üretim işlevlerine sahip büyük ailelerde yaşamıyordu, aksine çekirdek ailelerde yaşıyordu.
Böyle düşünüyor Gerontoloji… bizden söylemesi.
(1) : https://www.trthaber.com/haber/gundem/bakan-goktas-aile-kurumunu-korumak-sorumlulugumuz-894416.html