Son yazılarım yayımlandıktan hemen sonra, medyada ülkemizde büyük bir ahlak çöküşü yaşandığına dair yorumlar ardı ardına gelmeye başladı. Esrar, fuhuş, yolsuzluk ve çürüme haberleri artık münferit değil; neredeyse gündelik, bülten haline geldi.
Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşlarıyla ilgili iddialar ortalığı iyice karıştırdı. Zanlıların İmam Hatipli olmaları ise tartışmayı bambaşka bir yere taşıdı. Levent Gültekin, “AK Parti’nin yirmi yılda ülkeye yaptığı en faydalı iş, içindeki pislikleri temizlemek oldu” dedi. Doğru… ama şu da doğru: O pisliklerin doğmasına imkân veren zemin de yine aynı iktidarın ürünü. Bu, ortalığa pislik yapıp sonra temizlikle övünmeye benziyor.
Yılmaz Özdil ise “Allah’la Aldatmak” yazısında dindarlara değil, dini araçsallaştıranlara sertçe yüklendi.
Gerçek şu: Ülkede ciddi bir çöküş var.
Açlık, enflasyon, kavgalar, cinayetler…… içler acısı
(Kısaltıyorum; çünkü saymaya kalksak köşe yetmez.)
Bu tablo bize şunu hatırlatıyor:
Toplumun sadece dine değil, ahlâka da ihtiyacı var.
Türkler Anadolu’da yerleşik hayata geçerken, bu yeni yaşam biçimini düzenleyecek bir toplumsal akla ihtiyaç duydular. Ahilik teşkilatı, tam da bu ihtiyaçtan doğdu. İnsanlara sadece meslek öğretmedi; nasıl insan olunacağını da öğretti.
Ahiliğin üç temel ilkesi vardır:
Eline, diline, beline sahip ol.
Ahiliğin bu üç ilkesini Kant ve Spinoza ile yan yana koyduğumuzda ilginç bir tablo ortaya çıkar: Kant, ahlâkı dış sonuçlara değil, ödev bilincine bağlar. Spinoza ise ahlâkı, insanın tutkularını akılla yönetebilmesine. Ahilik ise bunu teoride bırakmaz, gündelik hayata indirir.
Eline sahip olmayan yıkar,
diline sahip olmayan böler,
beline sahip olmayan yozlaştırır.
Ne mutlu ki Ahilik bir Türk kurumudur.
Ve ne mutlu ki onu yeniden öğrenmek hâlâ mümkündür.
Ahilik bir nostalji değil; bugün için, hatta belki her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz yaşayan bir ahlâktır.