Bugün “balta olayı” dediğim bir olgudan bahsedeceğim. Baltaları görüyor ve gördüğüm bende birtakım duygu ve düşünceler yaratıyor. Baltalık alanında gördüklerime yüklediğim anlamları gerçek zannediyor olabilirim. Baltalığa atfettiğim anlamların yanlış olabileceğini tabii ki dikkate alıyorum. Ama doğru da olabilirler. Baltalar, imal edilmiş ve doğurulmuş olmak üzere iki türlüdür. Ben, doğurulmuş baltalar hakkında düşüncelerimi ortaya koymaya çalışacağım.
Bilinen en eski imal edilmiş balta, Serengeti Bozkırı’nda bulundu. Aşağı yukarı bir milyon yıl önce imal edilmiş. Aradan 40 bin kuşak geçmesine rağmen hâlâ balta imal eden doğurulmuş baltalar, elindeki imal edilmiş baltalarla, belindeki uzun iple ormana gidiyor. Yaşlı kütükleri seçiyor, testereyle biçiyor. İmal edilmiş baltalarıyla ormanları biçe biçe ağaç bırakmadı.
Doğurulmuş baltanın diğer adı olan insan, baltalıkta bütün canlılardan üstündür. Şimdiye kadar yeryüzüne ondan daha iyi bir balta gelmedi. Genci yaşlısı, işçisi patronu, memuru, amiri var. Özünü baltalık, gözünü para bürümüş olan doğurulmuş baltaların baltalık konusunda her türlü kabiliyeti var. Kimisi ağaç, kimisi hayvan, kimisi kadın kesiyor. Çoğu erkek. Kesecek bir şey bulamazsa, o zaman doğurulmuş baltalar birbirini kesiyor.
Doğurulmuş baltaların doğurganlığı azalmaktadır. Bunu kaygı ile izleyen erkek baltalar, balta popülasyonunun yaşlanma eğilimine girdiğini söylüyor ve bundan korkuyor. Geriden gelen doğurulmuş balta nesli git gide azalıyor. Buna karşın bu baltaların ömrü uzuyor. En büyük korkusu yaşlanmak. Eskisi gibi keskin olamayacağı için hayıflanıyor. Modern baltalar aslında daha dayanıklı. Kolay kolay körelmiyor. Ama yaşlı baltalar çoğaldıkça genç baltalar kendilerinin “körelme” riskiyle karşı karşıya olduklarına da inanmaya başladılar. Daha erken körelecek olurlarsa, ormanları kim kesecek?
Şimdi diyeceksiniz ki, biz balta isek ya sen nesin? Ne olacağım, elbette ben de bir baltayım. Hepimiz konuşan baltalarız. Keskin dilimizle birbirimizi kesiyoruz. “Dil yarası” dediğimiz şey, baltalığımızın taçlandırılmasıdır.
Biz, doğurulmuş baltalar ormanında birbirini kesen baltalarız. “Bir şeyi baltalamak” diyoruz. Sebep ne? Çünkü en iyi bildiğimiz iş baltalamaktır. Trajik komik bir durum: Doğurulmuş baltalar baltalanmaktan şikâyet ediyorlar, ama aynı anda kendileri de diğerlerini baltalamaktan vazgeçmiyor. Baltalardan korkan baltalar ormanları yarattık. Adını köy, kasaba, şehir koyduk. Ormanları yok eden doğurulmuş baltalar olarak, kendilerinden meydana gelen balta ormanlarını da baltalayarak yok ediyor.
Balta kıtlığı baş gösterecek olursa dünyanın hali ne olur? Buna “kafa” yoran baltaların en büyük talihsizliği ise “kafasız” olduklarını bilmemeleridir. Baltalığını, geçmiş kuşaklara kıyasla daha uzun süre sürdürme şansını elde eden yeni kuşak baltaların nesli tükenecek olursa, ne olur? Ne olacak? Elbette dünya kurtulacak. Dünyanın baltalara ihtiyacı yok, baltalar dünyaya tam bağımlı!
Ama baltaların maalesef bunu kavrayacak zekâsı da yok. Bildiğiniz gibi zekâ dediğimiz şey kafada yer alır ve beyinle alakalıdır. Kafasızlardan meydana gelen doğurulmuş baltalarda zekâ ne gezer? Hadi biraz göstermelik bir övgü ile “düşük zekâ düzeyi” ile onu tanımlayalım.
Bakın Marmara’yı ne hale getirdi! Kurduğu şehirlere bakın! Ağaçları kesip gökdelen ormanı kuruyor. Sonra da gökdelenin tepesinden “tabiatı” seyretmeye kalkışıyor. Yok ettiği tabiatı görebileceğine inanması baltalığının en güzel göstergesidir. Kafasız baltalar gözleri olmadığını bilemiyor.
Ağaca bakarken mobilya, soba, yatak için “odun” algılayan doğurulmuş baltaların uzayan ömrü dünya için kaygı verici bir gelişmedir.