Geçen hafta Osmanlı ve Rusya’da ilerleme çabalarını kronolojik bir şekilde gördük. Bu hafta bunun üzerine yorum yapmaya çalışacağım. İtiraf etmeliyim ki İlk yazı, biraz vakit alsa da kolaydı. Bakalım, Bu yorum işini becerebilecek miyim?
Konuyu iki kısımda ele alacağım: Genetik ve yapısal.
Genetik olarak bakarsak Türkler Orta Asya’dan çıkarak Anadolu’ya gelip yerleşmiş göçebe bir kavim. Slavlar; Doğu Slavları, Batı Slavları ve Güney Slavları olmak üzere, üç gruba ayrılıyor. Ruslar, Ukraynalılar ve Beyaz Ruslar Doğu Slavlar grubuna girer. İlk Slav vatanının Vistül nehri, Polesia ve Dinyeper sahasına kadar yayıldığı anlaşılmaktadır. Bu da Rusların göçebe olmadıklarını kanıtlar.
Göçebe ulusların vasıfları için İbni Haldun’unun çok güzel bir tespiti var:
- Geçim biçimi avcılık ve toplayıcılıktır
- Yaşam biçimi göçebedir
- Tüketicidirler
- Savaşçı ve yağmacıdırlar
- Yazılı kültürleri yoktur
- Törelere ve geleneklere önem verirler
- Kurum ve kuruluş yoktur.
- Doğal bir yaşam vardır. Doğadaki güçlere inanırlar.
- Bilim ve sanat çok ilkel bir aşamadadır.
Bu değerlendirmeden sonra “Neden böyle olduğumuzu” belki çıkarabiliriz.
Yapısal sorunları da dört bölümde özetlemeye çalışacağım:
- Osmanlı toplumunda aristokrasinin (Soylular sınıfı) olmaması yönetimi tam bir sorumsuz otokrasiye sokmuştur. Doğan Kuban Hoca son yazısında şöyle diyor: “Yavuz’dan sonra peygamber halifesi olan Osmanlı sultanı dünyanın en sorumsuz otokratı idi. Kendi seçtiği kullarından sadrazam, Enderun, yeniçeri ağaları ve şeyhülislam aracılığı ile devleti idare ediyordu. Sistem, sultan, kahyası sadrazam, Enderun ve yeniçeri ağaları ve şeyhülislamın katıldığı ortak bir menfaat mekanizması üzerine kurulmuştu. Devlet ve Osmanlı sülalesi eşdeğerde idi.” Avrupa ve Rusya’da asiller ve burjuva sınıfı bunu kısmen frenliyordu. Totaliter bir rejimde istenilen ilerlemenin gerçekleşmesi pek olası değil.
- Osmanlı’da uzun bir süre mülkiyetin olmaması Ticareti, zenginleşmeyi ve burjuva sınıfının oluşmasını engellemiştir. Meşrutiyetle bazı mülkiyet hakları tanınmış olsa bile mirî araziler Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra tasarruf edenlerin mülkü olarak kabul edilmiş, böylece de mirî arazi uygulaması sona ermiştir (M. Macit Kenanoğlu). Avrupa’da ve Rusya’da ticaretin ve sanayinin gelişmesi bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu sınıf hem yönetimi denetlemiş hem de yeniliklerin ve sanatın önünü açmıştır. Burjuva sınıfı ilerlemeye büyük katkı sağlamıştır.
- Sadece Saraya hizmet eden Enderun’u saymazsak Osmanlı’da iki eğitim kurumu görürüz: Sübyan Okulları ve Medreseler. Aslında bunlar daha çok dini eğitim yapılan tek sınıflı ve tek Hocalı okullardır. Matematik, astroloji gibi dersler mevcut olsa da çok önem taşımamaktadırlar. Eğitimden maksat “ Çocuğu şerden sakındırmak, hayata sevk etmek ve ahlaklı insan yetiştirmektir”. İşin en vahimi öğrencilerin çoğunun Arapça bilmemelerine rağmen eğitimin Arapça olmasıdır. Bu da eğitimin akla değil ezbere dayalı bir sistem olduğunu gösteriyor. Halkın çoğunluğun köylerde yaşadığı düşünülürse çok az sayıda olan Sübyan okullarının ve medreselerin; bu haliyle bile, eğitime yetmeyeceği aşikârdır. Osmanlı’da eğitim devletin vermekle yükümlü olduğu bir kurum değildir. Bu daha çok vakıflar tarafından yürütülen bir hizmettir. Bu neden ile bir eğitim altyapısı ve kültürü gelişmemiştir. 17. yüzyıl Avrupa’sında anadil Latincenin önüne geçmişti. Rusya’da ise eğitim hep anadilde olmuştur. Ancak Yunanca ve Latince öğretimi 20. Asrın ortalarına kadar devam etmiştir. Gramer ve gırtlak yapısı yönünden Türklere uymayan Arapça yazıyı kullanmak eğitimin yaygınlaşmamasına neden olunmuştur. Kiril alfabesi ise Rus diline uygun bir alfabe idi. Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımından meydana gelen Osmanlıcayı Halkın büyük bir çoğunluğu anlamamış ve kullanmamıştır. Bu da halkın cahil kalmasına neden olmuştur. Zaten, halk okumak istese de kitap bulamazdı. 18. yüzyıl sonuna kadar basılan kitapların adedi 80 civarındadır. Cehalet, kuşkusuz öğretimsizlikten kaynaklanır. Öğretimsizlik öğretilecek bir şey olmamasından değil, bilginin var olmamasından, ya da varlığının zararlı görülmesinden kaynaklanır (Doğan Kuban). Ülke yönetiminde görgülü, bilgili ve yetenekli yöneticilerin sağladığı faydayı da unutmamak gerekir. Rusya’da Çar ve Çariçelerin Avrupa ile çok yakından ilgilendiklerini görüyoruz. Çariçelerin bir kısmı zaten Avrupalıydı. Cehaletin olduğu yerde sanat ve bilimin de gelişmesi pek mümkün olmamıştır. İlkel insanda estetik duygusu olmadığı için içgüdüleri ile hareket etmişlerdir. Sanat şehirleşmeyle önem kazanmaya başlamıştır. Şehirleşmenin de Rusya’da daha iyi olduğunu söyleyebiliriz.
- İslam dinini kabul eden Türkler Kuran-ı- Kerimi pek anlamaya gayret etmemişlerdir. Doğadaki güçlere inandıkları gibi Kurana da anlamadan inanmışlar ve tapmışlardır. Dini bir tabu olarak kabul ettikleri için de; değiştirilemez diye, ona hiç dokundurtmamışlardır. Bu doğal olarak birçok tarikatların ve cemaatlerin oluşmasına meydan açmıştır. Maalesef, çoğu zaman da halk istismar edilmiştir. Bu düzenin benzer bir şekilde de bu gün de devam ettiğini görüyoruz. Rusların inancı olan Ortodoksluk da katı bir dindir. Ortaçağda, Manastır okullarında Teolojinin ağırlıkta olmasına rağmen Kadim Yunan metodunun (3+4 yedi ilke) kullanıldığını biliyoruz. Bu nedenle filozof ve bilim adamı papazlar yetişebilmiştir. Heybeliada Ruhban okulunda da 3-4 yıl ortaokul eğitiminden sonra teolojik dersler verilmekteydi. Rusya’da zaman zaman dini baskılar olmuştur. Örneğin Çar Nikolas zamanında cemaat okulları geliştirilmiş ancak eğitim dili Latinceden Rusçaya çevrilmiştir. Türkiye’de; çok geç kalınmasına rağmen, bir din reformu yapılması gerektiğine inanıyorum. Skolastik düşünce ilerlemeye her zaman engel olnuştur.
Aslında Cumhuriyet bu sorunları çözmek için çok çaba sarf etmiştir. Ancak binlerce yıllık tortuları yüz yılda pek çözmek mümkün olmuyor. Doktorlar da; en zor şeyin, genlerin (göçebelik) değiştirilmesi olduğunu söylüyorlar. Bu gün hala Türkiye’de Osmanlıyı özleyen, din elden gitti diye hayıflanan büyük bir çoğunluk var.
Bütün bunları alt alta koyduğunuz zaman Türk toplumuna Cehaletin hâkim olduğunu görürsünüz. Bundan kurtulmanın tek yolu da muhakkak ki “Eğitimdir”. Ama doğru dürüst bir eğitim. “En az bir yabancı dil öğretilen, ana dille yapılan, bilime, sosyolojiye ve modern pedagojik kurallara uygun bir eğitim”
Sokaktan geçen herhangi bir adama Türkiye’nin sorunu nedir diye sorsanız o da muhakkak size “Eğitim” derdi. Öyleyse, bu kadar lafa ne lüzum vardı? diye sorabilirsiniz.