Teoman Dürali hoca; geçen gün bir TV programında, “Merakın” insan hayatında ne kadar önemli bir şey olduğunu yineledi. Gerçekten de öyle değil mi? Eğer merak olmasaydı pek çok buluş bu gün hayatımızda olmazdı. Buluşların temelinde biraz da tembellik vardır ama temel öğe meraktır. Örneğin dikiş makinesini; iğne sallamaktan bıkan, bir terzi bulmuştur. Ama merakı olmasaydı; istediği kadar bıksın, bu buluşu yapamazdı. Bilim adamlarını düşünün, Binlerce insanın kafasına elma düşüyor ama Newton meraklı olduğu için yerçekimini buluyor. Arşimet, Galile, Edison ve daha binlerce mucit merakları sayesinde buluşlar yapmışlardır. Bilginin merakı tetiklediği de bir gerçektir. Genellikle bütün buluşlar da insanların bilgi alanları içinde olmuştur. Sanat adamları için de bu böyledir. Bir sanatkâr tasarladığı şeyin duygularını yansıtıp yansıtmadığını merak eder. Onu yakalayıncaya kadar defalarca eskizler yapar. Michel Ange, Rafael, Rodin, Picasso, Le Corbusier, Mozart ve daha niceleri merakları sayesinde bu gün hayranlıkla izlediğimiz eserlerini yaratmışlardır. Pekiyi yeteneğin bunda payı var mı? Muhakkak var. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, yetenekli ve bilgili bir insan meraklı olmaz ise bir şey yaratamaz. Merak her zaman bir şey yaratmak için değil bazı şeyleri öğrenmek için de gereklidir. Hiç unutmuyorum: lise son sınıftayız, notlar idareye verilmiş dersler boş geçiyor. Keman da çalan Fransızca hocamız Mr. Roux sınıfa elinde bir gramofon ve plaklarla geldi. Bize de “Çocuklar gürültü yapmamak şartıyla istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz, getirdiğim klasik plakları dinlemek isteyenler de etrafımda toplansın” dedi. Bizim evde; çoğu Anadolu evlerinde olduğu gibi klasik müzik dinlenmezdi. Ben; bütün Avrupa’nın takdir ettiği bu müziği merak ettiğim için, üç dört kişilik gruba katıldım ve plakları dinledim. Hocamız bazı parçaları bize birkaç defa dinletti. O gün bu gün ben de bir klasik müzik hayranı oldum.
Konser salonları, resim galerileri, stadyumlar hatta ibadethaneler neden yapılmıştır? Hepsi paylaşmak için. Paylaşılan şey bazen bir sanat eseri bazen sevinç veya keder bazen de heyecan olmuştur. Yaratmak gibi paylaşmak da insanların içgüdüsel bir duygusudur. Bu duygular biraz birbirleri ile de bağlantılıdır. Bir sanatkâr veya bilim adamı yarattığı şeyi muhakkak başkaları ile paylaşmak ister. Sevinç ve üzüntü de öyledir. Bunun tabanında biraz ilgi görmek, beğenilmek arzusu yatar. Paylaşmanın başka bir faydası da başkalarını ”Yeni bir şeyler yapmaya” teşvik etmesidir. Atalarımız ne demiş: Marifet iltifata tabidir. Paylaşmak muhakkak bir bilim adamının buluşu veya bir sanatkârın eseri için geçerli değildir. Bir yaş günü pastasını paylaşmak, bir güzel TV programını arkadaşlarla paylaşmak insana mutluluk verir. Özet olarak söylemek gerekirse: İnsanlar; genellikle, yalnız mutlu olamıyorlar.
Merakı besleyen en önemli unsurun “Düşünce özgürlüğü” ortamıdır. En büyük düşmanı da “Totaliter idareler ve skolâstik düşüncedir”. Tarihte bunun pek çok örnekleri görülmüştür. Cahil toplumlarda ise takdir duygusu genellikle kıskançlığa dönüşür. Totaliter yönetimde zaten özgürlükten bahsedilemez. Skolâstik düşünce de insanın beynini hapsetmiştir ve yaratacak hali kalmamıştır. Ortaçağ Hıristiyanlığında ve İslamiyet’te bunu açıkça görüyoruz. İnovasyon çalışmalarının başarılı olması için öncelikle bu iki düşmandan kurtulmamız gerekir. Aksi halde boşa çabalamış oluruz.
Maalesef, Osmanlı imparatorluğu bu iki düşman arasında sıkışmış kalmıştı. Cumhuriyetin yüzüncü yılında ise biz hala özgürlükleri, hukuku ve eğitimin Mekke’ye mi yoksa Batıya mı yöneleceğini? Tartışıyor olacağız.