Bu yazıma İbni Haldun’un bir yorumunu irdeleyerek başlamak istiyorum. Düşünür göçebe toplumların özelliklerini şöyle sıralamış:
- Geçim biçimleri avcılık ve toplayıcılıktır.
- Yaşam biçimleri göçebedir.
- Tüketicidirler.
- Savaşçı ve yağmacıdırlar.
- Yazılı kültürleri yoktur.
- Törelere ve geleneklere önem verirler.
- Kurum ve kuruluş yoktur.
- Doğal bir yaşam vardır. Doğadaki güçlere inanırlar
- Bilim ve sanat çok ilkel bir aşamadadır.
Bu tespitlerin, bir göçebe toplum olan bize ne kadar çok uyduğunu görüyoruz. Türkler Anadolu’da yerleşik düzene geçtikten sonra da köylü olarak yaşamaya devam etmişler. Zanaat ve sanat işlerini Rumlara ve Ermenilere ticareti de Yahudilere bırakmışlar. Sadece askerlik, çiftçilik ve hayvancılık bizim işimiz olmuş. Saray ise devşirmeleri eğitmiş ve kullanmış. O kadar ki, Osman Hamdi bey sanayii Nefise’yi (1882) açtığı zaman mimarlık bölümüne bir tek Türk genci dahi müracaat etmemiş. Bu geri kalmışlığın sebebini, kulluktan ve biat kültüründen kurtulamayışımıza, mülkiyetin olmaması nedeniyle ticaretin gelişmemesine, totaliter Osmanlı rejimine, özelliklede kurumlaşmayan eğitim sistemine (Sübyan okulları ve medreseler) bağlayabiliriz. Eğitim Avrupa’da bilim ve sanata doğru evrilirken bizde ise tam tersi dine daha çok odaklanmış. Yenileşme hareketleri daha çok orduyu güçlendirmek için yapılmış halka yayılmamış. Cumhuriyet dönemindeki “Köy Enstitüleri” köylüyü kalkındırma ve uygarlaştırma projesiydi. Kısmen başarılı da oldu ama uzun sürmedi. Çünkü şehirlerimiz ve entelektüellerimiz henüz uygar değildi. Doğan Kuban’nın ithal uygarlıkla ilgili çok güzel bir yazısı var. Oradan birkaç bölümü sizlere paylaşmak istiyorum:
“Devrim bir hızlanma ve yetişme programıydı. Nasıl okul ve üniversite açmak bilim ve teknoloji üretmekle eş değilse, çağdaş örgütlenme uygarlaşmak değildir. Fes Osmanlı’yı, kasket Anadolu köylüsünü modernleştirmedi. Ne de başörtüsü bugünün kızlarını Müslüman yapıyor”
“Tarihte biçimsel bir yaklaşım, bir değişimin ya da direncin ifadesi olabilir. Fakat tümel bir düşünce ve davranış değişikliği değildir. Meclis’te her gün örneklerini görüyoruz.”
“Uygarlaşma sürecinde en önemli faktör zamandır. Bu bir kaç on yıl değildir. Doğrudan öğretimin, alfabe öğrenmenin, imza atmanın sonucu da değildir. Bunlar kültürleşmenin ilk basamaklarıdır. Uygarlık buradan başlamaz. Kaldı ki Avrupa tarihinin yüzlerce yıl süren uygarlaşma sürecinde, Hitler rejiminin çıkışı gibi anomalilerde var. Onun için Türk halkının uygarlığını abartmamak gerekir.”
“Uygarlık toplumların ulaştığı karmaşık bir davranışlar sistemidir. Bu sistemin alt yapısında yüzyıllarca felsefeye, sanata, bilime, edebiyata, toplumsal örgütlenmeye, eğitim ve öğretime, dine, insan haklarına, ekonomiye ilişkin gelişmiş düşünceler var. Bunlar zaman içinde toplum yaşamını etkilemiş ve yönlendirmişlerdir.”
“Tarihin eski çağlarında, coğrafyanın izole ettiği insan topluluklarını geliştirdiği yerel kültürlere uygarlık demek abartmak olur. Uygarlık henüz buluşmadıkları zaman Avrupa Çin ve Hintte, coğrafi olarak buluştukları zaman, 17 yüzyıldan sonra, dünya egemeni olan Avrupa’da gelişmiştir. Bugün uygarlık sadece budur. Temelinde bilimsel ve teknolojik egemenlik var.”
Küçük bir Avrupa kentine giderseniz, uygarlığın büyük kente özgü olmadığını anlarsınız. Türkiye’nın uygarlık modeli ise İstanbul. Fakat uygar değil. Gerçi uygarlık yaygın bir Batı yaratısı olarak, bugünkü iletişim ortamında, dünyanın her tarafına sıçrar. Fakat eline telefon alanı uygar yapmaz.”
“Geçmişe bakarsanız İslam’da da, Türkiye’de de uygar davranışlar öğütleyen düşünür, mutasavvıf ve şairimiz var. Fakat kitap basmayan, okuma yazmayan, okul olmayan bu toplumda bu mesajlar üç beş kişi arasında bilinen aforizma’lar (özdeyişler) olarak kalmışlar. Uygarlık yaygın olmayınca toplum da uygar olmuyor.”
“Üretimin sınırlı, tüketimin sınırsız olması, uygar geleneği olmayan toplum için çağın gerisinde kalma formülüdür.”
“Bu evrensel, dâhiyane bir sömürü mekanizmasıdır. Buna bir emperyalist komplo olarak değil, kapitalizmin evrensel ekonomik programı olarak bakmamız gerek. Tebrik bile edebiliriz. Sağılacak toplumlar belirlenmiş. Başında Müslümanlar geliyor. Anlamamız gereken bu mekanizmadır. Çünkü sömürüyü bize gelişme olarak sunuyorlar. Sunucular, programı yapan Batılı dâhiler değil, onların dünyaya dağılmış ortakları.”
Osmanlılar, Avrupa’da XVI. Asırda yaşanan Rönesans ve Reform hareketlerini maalesef es geçtiler. Birincisi insanın değer kazanmasını ikincisi ise dinin anlaşılmasını sağladı. Kuran’ın orijinali elimizde olduğu için reform yapmaya ihtiyaç duymadık. Hâlbuki çağdaş yorumların yapılması gerekirdi. Üstelik dilini anlamadığımız bir dinle bu güne kadar geldik. Tarikat mensuplarına, fanatik dindarlara, hatta ilahiyat hocalarına dikkatle bakın bu çağda yaşamadıklarını görürsünüz. Weber’in ve hocamın belirttiği gibi toplumun çoğunluğu rasyonel düşünmez ise o toplum rasyonel bir toplum olamaz. Bizde ise %50 nin üstünde fanatik bir dindar var. Bu şekilde maalesef rasyonel ve uygar bir ülke olamayacağımız açıkça gözüküyor.