Bu ayın en önemli sanat olayı muhakkak, Sayın Başbakanın Kars’da yontu sanatçısı Mehmet Aksoy’un heykeli için söylediği sözler. Sayın Başbakan acaba başka türlü bir tepki göstere bilir miydi?, bu yazımda onu irdelemek istiyorum. Lütfen bunu bir siyasi eleştiri olarak algılamayın. Aslında, yazdıklarım hepimiz için geçerli sosyolojik bir tespit.
Sanat varoluşuandan bu güne pek çok evreler geçirmiş. Soyut sanat ta 20 asrın başlarında ortaya çıkan bir tür. Tabii çıkış nedenleri var. Sanayileşme ve fotoğrafın icadı nedenlerin en önemlilerinden. Aslında, müzik ve mimari özellikleri nedeniyle iki soyut sanat türü. Buna karşın resim, heykel, edebiyat somut sanat türlerinden. Soyut sanatçılar biraz mimari ve müziğe de özenmiş olabilirler. Örnek olarak müzik için Kandinsky’yi mimari için de Mondrain’i gösterebiliriz. Soyut sanatı 1910-1916 arası (Anti-natüristler) ve 1917 den günümüze kadar olan dönem olarak ikiye ayırabiliriz.
Son dönem “ kendi özünü kesin prensip olarak kabul edenler” dönemi olarak adlandırılabilir.
Asırda sanatçı artık doğayı taklit etmek istemiyor. Bir kavram bir yorum sanatı meydana getirmek istiyor. Verilen biçimlerden hareket etmeyen sanatçı yeni biçimler oluşturuyor. Biz buna “Yeni gerçek” veya Sanatta gerçek duygusu” diyoruz. Bu konuda Paul Klee şöyle der: “Bu sanat görüneni değil bir düşünceyi görselleştiriyor.” Sanat, bir müze eşyası olmaktansa hayata girmeyi yeğliyor.
Soyut sanata kısaca göz attıktan sonra ülkemizdeki duruma bakalım. Bir kere İslam toplumunda resim ve heykel yasaklanmış. “Kaleyi zapt edemeyen kumandanın vezire on sebep sayarken barut kalmadı demesi üzerine, vezirin diğer sebepleri dinlememesi” gibi, bu konuda da daha fazla söylenecek bir şey yok. Sanatın evrimleşmesi bir yana sanattan kimsenin haberi yok. Yaratmak kelimesi “Tanrıya şirk koşmak sayılıyor”. İnsanlar çaresiz; bence sanat değil zanaat olan, hat, ebru, minyatür gibi uğraşlarla ilgileniyorlar. Müzik bile somutlaştırılarak söz hâkim kılınıyor. Zaten müziğe düşünce girmediği için de tek seslilikten kurtulamıyor ve duygusal nağmeler olarak kalıyor. Mimari de aynı müzik gibi; 16. asırda şaheserler yaratılmasına rağmen, düşünce ile evrim geçiremediği için yozlaşıyor.
Bütün bunlarda dinin etkisi olduğu kadar toplum yapısının ve yönetim tarzının da tesiri var. Bu hususlara kısaca göz atalım:
-
- Osmanlıda mülkiyet ve miras yok. (1839 Tanzimat Fermanına kadar)
- Totaliter bir idare var.
- Toplum, yönetenler ve yönetilenler (Reaya) olarak ikiye ayrılmış.
- Eğitim de Sanata hiçbir şekilde yer verilmemiş.
- Osmanlı idaresinde üç ana ilke var. (Mehmet Genç)
- İaşe: Tüketiciler açısından iktisadi faaliyetlerin amacı, mal ve hizmetlerin mümkün olduğu kadar ucuz, kaliteli ve bol bulunmasını sağlamak.
- Fiskalizm: Hazinenin devamlı dolu olmasını amaçlayan bir ilkedir.
- Gelenekçilik: Konumuzla ilgili olan daha çok bu ilkedir. Osmanlıların gelenekçi bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Hayatın türlü alanlarında doğan çatışma ve ihtilafların çözülmesi ile ilgili kararlarda 16.-18. yüzyıllar boyunca kullanılan tarz hep aynıdır: “Kadimden gelene aykırı iş yapılmaması”.Kadim olan nedir? Sorusuna verilen cevap ise şöyledir:” Kadim odur ki onun öncesini kimse hatırlamaz”.
Mülkiyetin ve mirasın olmayışı, insanların zenginleşmesini önlemiş, ticaretin, sanayileşmenin ve şehirleşmenin önünü kesmiştir. Rasyonel düşünce yerine köylü (coğrafi anlamında değil) düşünce her zaman hâkim olmuştur. Sanat ise hürriyeti ve zenginliği sever. Rönesans’ın ve Hümanizma’nın insan ve düşünce odaklı tutumu Türk toplumunda pek yerleşmemiştir. Daha çok duygusal ve mistik unsurlar hâkim olmuştur. Gerçekçilik yerine hayal egemendir. Bütün bunlar da mevcut olan sanatın gelişmesini ve evrenselleşmesini engellemiştir.
Bilindiği gibi Avrupa’da 10. asırda okullarda yedi dalda eğitimi yapılmaktaydı. Trivium: gramer, konuşma sanatı, düşünme sanatı-Kadrivium : astronomi, geometri, aritmetik ve müzik. Tabii, MÖ 1. yy.'da yaşamış olan Roma' lı mimar Vitruvius’un "De Architectura" adlı kitabını yazmış olduğunu hatırlayalım. Yazar bu kitabında başarılı bir mimarlık için "Utilitas, Firmitas, Venustas" (kullanışlılık, sağlamlık, güzellik) etmenlerinin gerekli olduğunu ileri sürmüştür. Bizde, medreselerde matematik ve astronomi okutulmakla beraber din eğitimi öncelikteydi. Dine verilen önem ileriki senelerde daha da artacak ve pozitif ilimler tamamen eğitimden çıkartılacaktır.
Medreselerde okutulan dersler:
- Sarf, Nahv (Morfoloji, cümle bilgisi)
- Mantık
- Hadis
- Tefsir (Kuran yorumu)
- Adab-ı bahis (Konuşma adabı)
- Vaaz
- Belagat (Güzel konuşma, retorik)
- Kelam
- Hikmet
- Fıkıh
- Faraiz (Miras hukuku)
- Akaid (İnanç esasları)
- Usul-ü fıkıh
- İlm-i heyet (Astronomi ve astroloji)
- Matematik
Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde yapılan yenilenme hareketleri hep yukarıdan gelme olduğu için halka pek ulaştığı söylenemez. Weber’in bir sözüyle bu kısmı bitirmek istiyorum. “ Uslaşma (Rasyonelleşme), öncelikle akla uygun karar verenlerin adedinin artmasını ifade eder”. Yani halka yayılmasına bağlıdır.
Şimdi soruyorum size böyle bir iklimde sanat nasıl gelişir. Sanata değer verilebilir mi? Günümüzdeki cami mimarisi de bunu göstermiyor mu?” Kadimden olagelene aykırı iş yapılmaması” prensip edilince modern cami de heykel de yapamazsınız. Kars ve benzeri olayları Kenan Evren’lerle Melih Gökçek’lerle Türkiye çok yaşadı. Bunu en iyi Mehmet Aksoy bilir. Çünkü TBMM önüne yapılacak Atatürk heykeli yarışmasında da birinci olmasına rağmen, kendi eseri değil ikinci eser uygulandı.
Bu yazımda eleştiriden çok tespitler yapmaya çalıştım. Önemli olan bundan sonrasının ne olacağı. Eğitim muhakkak çok önemli. Rönesans’ı yeniden yaşayamayacağımıza göre Rönesans’ı yaşamış olanlarla yakın olmak, yani AB ye girmek acaba bir çözüm olabilir mi?