Bütün büyük depremlerden sonra herkesin laf ettiğini ama maalesef çözüm üretemediğini bu son depremde gördük. Bir yerde yanlışımız var herhalde. Sanırım daha başka türlü düşünmemiz gerekiyor. İlk akla gelen “yükleniciyi” suçlamak oluyor. Hâlbuki yüklenici sadece bir iş adamı, sermayeyi koyan kişidir. Eğer kurallara uyuyorsa inşaattan anlamasına da pek gerek yok. Onun her işadamı gibi, bu faaliyetten para kazanması da normal bir şey. Kurallar kısaca şunlar: : imar çapı olan bir arsada inşaat yapılması, bir mimari, statik ve tesisat projesi olması gerekli. Zemin etüdünden sonra, bu projelerin Belediyeden onaylanıyor. Projelerin doğru uygulanması için bir şantiye mühendisi bulundurması ve bir yapı denetim bürosu ile anlaşması şart. İnşaatı bitirince de belediyeden; her şeyi uygunsa, iskân müsaadesi alınıyor. Evvelden odalar da projeleri kontrol edip vize veriyorlardı (AKP zamanında kalktı). Bu durumda yüklenici istese de sahtekârlık yapamaz diye düşünüyorum. Tabii sahtekârlık her zaman mümkün, ancak inşaatlarda bu teknik elemanlarla müşterek olabilir. Günümüzde malzemede kusur bulmak pek mümkün değil. Zira beton da demir de fabrikadan geliyor. Her mikserden numune alınıyor ve laboratuvara gönderiliyor. Lafın özeti, bir yapının sağlamlığından o yapının ancak teknik elemanları sorumludur. Bu böyleyken şimdiye kadar, siz hiç bir mühendisin veya mimarın tutuklandığını duydunuz mu? 30 bin kurban verdiğimiz 99 depreminde yalnız Göçer arında zavallı bir yüklenici suçlu bulunup hapsedildi. Tabii bu işe endirekt; af çıkartarak, olur-olmaz yere inşaat ruhsatı vererek, dâhil olan kurumlar da aynı derecede sorumludur. Ama bunlar da pek sorgulanmaz. Kolon kesenlere ise zaten söyleyecek hiç bir sözümüz yok!
Deprem yıkımlarını iki bölümde irdeleyebiliriz:
1.Hazır beton öncesi (yaklaşık 2000 öncesi)
2.Hazır beton sonrası (bu gün yaklaşık betonun %100 böyle dökülüyor.)
Birinci bölümde; çok iyi inşa edilmiş birkaç bina haricinde, bütün yapıların yıkılıp baştan yapılması gerekiyordu. Buna da “Kentsel dönüşüm” dedik. Maalesef bu amacına ulaşmadı. Finans durumunu çözmek için yıkılacak binaların katsayılarını artırarak binaları büyüttük. Yoğunlaşan kentler yaşanmaz hale gelmeye başladı. Durum bir rant kavgasına dönüştü. Bunun tek çözümü şehir çevresinde; çabuk ulaşılır, “Akıllı uydu kentler” yapmaktı. Bunu kimseye anlatamadık. Son olarak, depremden birkaç gün önce Antalya Bugün de bu konuda yine bir makale yazmışım. Sonuç olarak yirmi yılda sorunu çözemediğimiz için son depreme yakalandık ve 50 bin üstünde ölü bekliyoruz. Şimdi bunun sorumlusu kim?
Şimdi isterseniz inşaatta sorumluluk alan teknik elemanların liyakatlerine bir bakalım ( son depremde hesap hataları hissediliyor):
- Doğru-dürüst hocası bulunmayan pek çok üniversitede, dört yılda yeterli eğitim verildiği söylenemez.
- Öğrenci mezun olduktan sonra Türkiye’de her türlü yapıya imza koyabiliyor.
- Süreç içerisinde mühendisler 3-5 senede bir imtihana tabi tutulmuyorlar.
- Uzmanlaşma pek bulunmuyor.
Diğer pek çok ülkede öğrenciler mezun olduktan sonra akredite bir büroda; imza yetkisi almak için, 3-5 sene çalışmak ve bir imtihan geçirmek mecburiyetinde. Bu imtihanlar muayyen aralarla ömür boyu sürüyor. Bu sistemin ülkemizde de uygulanması doğru olur diye düşünüyorum.
Bir yerbilimci olan Naci Görür hoca, Afet yönetimi için şöyle bir öneride bulunuyor: Bir afet Bakanlığı kurulmalı ve öncelikle bir “mikrobölgeleme” (Yerleşime açılması düşünülen boş alanlardaki tüm afet tehlikelerini, yapılaşmış alanlarda ise tüm afet risklerini büyük ölçekli hâlihazır haritalar üzerinde belirleyen çalışmalara verilen genel ad.) çalışması ile risk analizi yapılmalıdır. Ondan sonra zarar azaltma çalışmalarına geçilebilir. Ama şimdiye kadar hocayı da kimse dinlememiş. Durum meydanda değil mi?
Diğer bir çözüm de; sistemi tamamen değiştirerek; betonarme yerine, çelik veya ahşap (yanmayan) sisteme geçmek.