Antalya’nın sıcak ve rutubetli klasik akşamlarından birisi. Karşı sahiller buzlu bir camın arkasında gibi bulanık. Liman ve Konyaaltı yine de ışıl ışıl parlıyor. Ay tam hilal şeklinde zaman zaman bulutların arkasına saklanıyor. İsmini bilmediğimiz o parlak yıldız hep aynı yerde sanki bizi
izliyor. Komşu otellerden gelen yüksek müzik sesleri ve gürültüleri terasta dinlemeye çalıştığımız eski Fransız şansonlarına karışıyor. Sık
aralıklarla, yanıp sönen ışıklarıyla geçen uçaklar sanki gökyüzündeki yıldızlara göz kırpıyor. Yine de akşamın ve rutubetin serinliği günün aşırı sıcağından sonra insana hoş bir duygu yaratıyor….Biraz politika biraz
aile sorunları derken konu birden eskilere dönüverdi. Hiç unutamadığımız o iki Alman ailesini konuşmaya başlayınca da aklımıza bunları yazıya aktarmak geldi. Belki bir gün torunlarımız bunları okurlar diye. Aslında hiç ümidimiz yok ama yine de yazalım dedik işte.
Bizler Avrupalıları biraz bencil, soğuk ve insana uzak buluruz. Bakalım bu insanları tanıyınca da böyle mi düşüneceksiniz?Weingärtner ailesi her yaz motelimize gelen “stamm gäste” dediğimiz 70-75 yaşlarında yaşlı müşterilerden birisi. İlk yıllar motelde oda tutar bütün günlerini havuza girerek güneşlenerek geçirirlerdi. Daha sonra yakınımızda kiraladıkları bir evde kaldılar. Ama yine sabahtan motele gelirler akşama kadar bizde kalırlar sonra yine evlerine giderlerdi. Biz onları uçaktan karşılar giderlerken de havaalanına kadar geçirirdik. Hiç unutmuyorum bir seferinde; fazla bavul taşımamak için, tüm giysilerini üst üste giymiş olarak Antalya’ ya indiler. Antalya’nın sıcağında buna dayanmak pek mümkün olmayınca havaalanında muz gibi soyunmaya başlamışlardı. Wili eski bir Nazi subayı. İkinci dünya savaşında Ruslara esir düşmüş. Asıl mesleği doktorlukmuş. Pek normal olduğu söylenemez. Eşine devamlı bağırıp çağıran herkes ile kavga eden bir tip. En önemlisi de kilptomani hastası olması. Eline ne geçerse (küllük, şişe, çatal, bıçak vs gibi) çantasına koyup odasına veya evine götürüyor. Hatta artık
ekmek parçalarını çantasına koyduğuna şahit olduk. Bu bana
Kunt Hamsun’ nun “ Açlık” adlı kitabını hatırlattı. Romanda açlıktan kurtarılan adam gemide bütün yiyecek artıklarını yatağının altına saklar. Wili’ nin ki de böyle esaretten kalan bir hastalık olabilir. Etrafını pek önemsemez, örneğin çıplak güneşlenir veya bahçeye çişini yapıverirdi. Bu da özellikle komşuların tepkisini çekerdi. Asıl önemli olan Wili amcanın eşi Marie teyze. Akıllı, becerikli, enerjik bir kadın. Motele geliir gelmez oda ve yemek paralarını peşin öder hatta personelin bahşişlerini ilk günden verirdi. Bütün aksiliğine rağmen kocasının kusurlarını örtmeye ve onu hep iyi tutmaya çalışırdı. Sabah erkenden havuza girer, bir müddet yüzdükten sonra da eşini yüzdürürdü. Wili’ nin çaldığı eşyaları habersizce geri getirip bize verirdi. Yaşına göre hayat dolu bir kadındı. Hasta gözlerine aldırış etmeden süslenmeyi hiç ihmal etmez her gün dudaklarını özenle boyardı.
Havuz demişken parantez içinde onu da anlatıverelim isterseniz. 10x5 metre ebadında en derin yeri 2 metre olan briketten yapma mavi boyalı bir havuz. Suyunu 4 inçlik plastik borularla 45 metre aşağıdaki denizden pompalardık. Bu öyle pek kolay bir şey değildi. Her seferinde klapeyi tamir etmek ve emme borusunu doldurmak gerekirdi. Motor ve pompada meydana gelen arızaları gidermek ise ayrı bir sorun olurdu. Onları yukarı çıkartmak ise başlı başına bir beceri gerektirirdi. Zaten her su bastığımızda müşteriler duvar kenarına dizilir ve merakla bizi izlerlerdi. Buna rağmen çok keyifli ve güzel günlerdi o günler.
Marie teyze bir gelişinde dans plakları getirmişti. Bizim bütün aileye klasik dansları öğretmek istiyordu. Ben bu arzusunu kabul edince çok sevindi. Her gün sabah 11 de bir saat kadar ailecek dans dersleri almaya başladık. O Alman disiplini ile hiç aksatmadan tam saatinde derse gelir çocukların geç kalmasına da çok kızardı. Dans figürlerini büyük şevk ve özenle yapardı. Tabii aynı özeni bizden de isterdi. Sanırım bizleri biraz kendisine yakın görüyor ve hayatımıza renk ve zevk katmak istiyordu. Avrupalılaşmanın sadece şekille olmayacağını yaşam tarzının ve aletlerinin de kullanılması gerektiğini bize anlatmaya çalışıyordu.
Bu bahsettiğim yıllar 1980 öncesi. Ülke büyük bir perişanlık içinde. Her gün bir sürü insan öldürülüyor. Korkudan biz çocukları İzmir’e yatılı okula gönderiyoruz. Enflasyon almış başını gidiyor. Kısaca ne mal ne can güvenliği var. O günleri düşünmek dahi istemiyorum.
Bir gün Marie teyze kulağıma yavaşça benimle “gizli konuşmak” istediğini söyledi. Biraz şaşkınlıkla kabul ettim ve konuşmak üzere boş bir odaya girdik. Biraz hoş beşten sonra yüzü çok ciddi bir şekil aldı ve bana şunları söyledi: “Ercan Bey ülkenin durumunu hiç iyi görmüyorum. Burada yaşarsanız başınıza tatsız olaylar gelebilir. Bizim Almanya’da iki evimiz var birini size rahatlıkla verebiliriz”. Uçak ve yol masrafları için lütfen şu parayı da kabul edin dedi ve hiç yanından ayırmadığı çantasından; şimdi çok iyi hatırlayamayacağım, dört- beş bin Mark kadar bir parayı çıkartarak bana uzattı.
**
İkinci “stamm gäste” miz Ficher ailesi. Dr.Ficher Tübingen Üniversite hastanesinde dermatoloji profesörü. 50-55 yaşlarında, dinç, şakacı, devamlı kitap okuyan son derece kibar tam bir bilim adamı. Bayern lehçesi ile anlattığı fıkraları biraz zor anlasak da gülmekten kırılıyoruz. Bir tanesini hiç unutamam “ Bütün mantarlar yenirmiş ancak bazıları sadece bir kere yenilebilirmiş”. Bayan Ficher eşi ile aynı yaşta veya biraz daha yaşlı. Buruşmuş yüzüne göre dinç, uzun boylu, zayıf, hayat dolu bir
kadın. Sanırım o da bir büroda çalışıyordu. Şansız bir evlilik yapmış bir oğulları olduğunu da biliyoruz. Doktor dizginleri eşinin eline bırakmış gibi gözüküyordu. Kararların çoğunu o verir, arabayı o kullanır, ödemeleri o yapardı. Her yaz, cipleri ile Anadolu’yu, doğuyu, güneydoğuyu dolaşır bagajlarını testi, sepet gibi şeylerle doldurarak Antalya’ ya gelirler ve bir iki hafta bizde kaldıktan sonra ülkelerine dönerlerdi. Bize ve işçilere hediye getirmeyi de hiç ihmal etmezlerdi. İşçilerimizin davetlerini kabul eder, evlerine gider onlarla beraber yer sofrasında yemek yemekten çok hoşlanırlardı. Antalya’ da bizden başka da pek çok dost edinmişlerdi. Tabii bizimle bu kadar içli dışlı olan bu kimseler ailemizi de tanımak imkânını buldular. Bu arada Motele sık sık gelen ve midesinden muzdarip olan teyzemle de Dr. Ficher çok yakından ilgileniyordu. Bütün uğraşlarımıza rağmen teyzemin mide ağrılarına bir çare bulamamıştık.
Doktorlar bağırsaklarının köşe yapmış olduğunu söylüyorlar ve birkaç ilaç ile geçiştiriyorlardı. Dr Ficher motelden ayrılırken “ Ben Hastane ile görüşüp yer ayırtacağım teyzenizi Tübingen’ e getirin” diye bir teklifte bulundu ve “Sizler de tedavi bitinceye kadar bizde kalırsınız” diye ilave etti. Bizler hem çok sevinmiş hem de çok şaşırmıştık. Teyzem, dayım ve ben kısa zamanda hazırlanarak dayımın Mercedes arabası ile Almanya’ nın yolunu tuttuk. Tübingen’ e vardığımız zaman akşam olmaktaydı. Arabayı müsait bir yere park ettikten sonra elimde adres kâğıdı bir Almana yanaştım ve en kibar en güzel Almancam ile adrese nasıl gidebileceğimi sordum. Sanki Adam birden çıldırdı, deli gibi ellerini kollarını sallıyor ve pek anlayamadığım bir almanca ile avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Beni bir dövmediği kaldı. Utançtan ve şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırmıştım. Neyse ki; sonra Türk olduğunu öğrendiğim, iki üç kişi gelip beni oradan uzaklaştırdı. Meğer her gün o kadar çok Türk, benim gibi elinde kağıt ile adres soruyormuş ki adam çıldırmakta adeta haklıymış !!!.
Türk vatandaşlar sayesinde evi çabucak bulduk. Sonunda teyzem hastaneye biz de çatı katında bir odaya (mansard) yerleştik. Ben Türk doktorlarının teşhisi olan “bağırsak köşesi” hastalığını Almanca anlatıncaya kadar oldukça zorlandım. Neticede teyzeme Alman doktorları “böbrek taşı ve şeker hastalığı” teşhisi koydular. Tedavi bir ay kadar sürdü ve nihayet teyzem de ağrılarından kurtuldu.
Biz bu bir ay süresince Ficher ailesi tarafından ağırlandık. Hem de nasıl bir ağırlanma…… Kahvaltımızı Bayan Ficher sabah erkenden kapımızın önüne bırakır sonra yüzmeye oradan da işe giderdi. Kahvaltı deyip geçmeyin, kahvesi, çayı, tereyağı, balı….yumurtası ile beş yıldızlı otellere taş çıkartacak bir kahvaltı idi bu. Akşam yemeklerini genellikle beraberce evde yer ve sohbet ederdik. Dönüş günü geldiğinde en azından bazı masraflarımızı ödemek istedik, ama ne mümkün….. Üstelik yine çocuklara, işçilere bir sürü hediye alarak bizi Türkiye’ye yolcu ettiler.
Bir gün oğullarının intihar ettiğini duyduk. Bayan Ficher bu acıya dayanamayarak kısa bir süre sonra vefat etti. Dr. Ficher’ in de bir huzur evine yerleştiğini işittik.
Bu gün hiç birisi hayatta olmayan bu güzel insanları hiç unutmak mümkün mü ?
* stamm gäste :Devamlı müşteriler