Ben bir tarihçi değilim. Ama son olaylar beni o kadar merak ettirdi ki, kıyaslamalı bir analiz yapmaya karar verdim. Fransa’daki Rönesans sürecini aynı dönem Osmanlısıyla karşılaştırdım. Sonuçta da bir insanın nasıl düşündüğünü anlayacak bir formül buldum. Bakalım analizimi ve formülümü doğru bulacak mısınız?
Beni meraklandıran hususlar şunlar: Her gün gazete sayfalarını dolduran namus cinayetleri, kan davaları, çocuk istismarları, tecavüzler…., Hala gündemden düşmeyen Ankara Barosunun; Eşcinsellerle ilgili, Diyanet İşleri Başkanına verdiği cevap, Ayasofya’da ezan meselesi, İstanbul Sözleşmesi….vs.
Konuya; Rönesans öncesi, 14. Asırdaki Avrupa’ya bakarak başlayacağız. Ortaçağda hâkim olan iki prensip var: Onur (Şeref, namus, gurur, hamaset) ve İnanç.
- Onur (L’honneur) Federallerin kaba yırtıcılıklarını sakladıkları bir kelimedir. Şövalye idealini ve federal asaletini yüceltmek için yapılan davranışlar birer kahramanlık nişanesi gibi gözükmekle beraber işe yaramayan içi boş davranışlardı. Edmond Rostand’ın “Cirano de Bergarak”( Sabri Esat Siyavuşgil’in muhteşem bir tercümesi bulunmaktadır) ve Alexandre Dumas’ın “Üç Silahşörler” kitapları buna çok güzel örnek teşkil eder. Bütün saçmalığına rağmen düellolar dürüst yapılırdı. Düello, Eşit hakların, hakemin ve şahitlerin bulunduğu adeta kutsal bir seremoni şeklinde gerçekleşirdi. Kurallara uymayanlar ağır şekilde cezalandırılırdı.
- İnanç (Din) ise halk arasında her zaman canlı olmuştur. Ortaçağ inancın en yüksek noktada, bütün düşüncelerin Tanrı eksenli olduğu bir dönemdir. Topluma tamamen skolastik bir düşünce hâkimdir. Hayatın geçici, asıl ahretin önemli olduğuna inanılır. Güzel ve önemli olan ahrettir.
XVI. asırda Feodalitenin ve dinin tamamen çöktüğüne şahit oluyoruz.
Barutlu silahların bulunması, ticaretin gelişmesi, kralların güçlenmesi ve ordu kurmaları Feodalitenin kalkmasına neden olmuştur. Din adamlarının devamlı zenginleşmesi ve insanları tahakküm altında tutmak istemeleri toplumu rahatsız ediyordu. Para karşılığı günah çıkartmalar, cennetten yer satmalar ve bazı ahlak dışı davranışlar insanları kiliseden iyice uzaklaştırdı.
Krallık ve burjuva sınıfının ortaya çıktığını görüyoruz.
Hümanizm “eleştirel zihin” anlayışı etkisiyle Ortaçağ düşüncelerini ortadan kaldırdı. Bu düşünce bilime ve eğitime de geçecek ve özellikle tarih, felsefe, politika, ziraat ve tabiat bilimlerinde etkili olacaktır.
Rasyonel düşünce artık din (Tanrı) eksenli değil insan eksenli olacaktı. Rasyonel doğruluk fikri 1550 yıllarına kadar sürecektir.
Bu arada sanat anlayışını değiştirmek için büyük çabalar harcandı. Ronsard (1524-1585); Yunan ve Latin eserlerinin yardımıyla, yeni bir edebiyat türü yarattı. Bu boşuna bir çaba değildi, çünkü zaman güzellikle ilgilenmeyen bir anlayıştan geliyordu.
Dünyanın güzelliği Rablais’nin(1483-1494) “Hayat aşkı” sözüyle ifade edildi,
“Gerçek güzel, güzel gerçektir” fikri gelişti ve klasik sanatın formülü oldu. Bu husus XVIII. Asırda daha da gelişecektir.
Montaigne ( 1533-1592) bize rasyonel düşünceyi sunacak, Malherbe (1555-1628) de sanatın bu düşünceye ulaşmasını sağlayacaktır.
Avrupa’da, matbuanın 1450 yıllarında kullanılmaya başlaması ve yazarların anlaşılabilir bir dil kullanması halkın düşünceleri daha iyi kavramasına ve aydınlanmasına neden olmuştur.
XVI. asrın dünya tarihindeki önemi: Bütün modern akımların buradan doğmasıdır.
XIV. asırda Avrupa Ortaçağı yaşarken Osmanlı Devleti kuruluş halinde idi. Müslümanlığı kabul etmiş Türk boyları göçlerle Anadolu’ya gelmişler ve bir devlet kurmaya çalışıyorlardı. Avrupa devletlerinden iki önemli farkları vardı: Feodal bir yapılanma olmaması ve Papalık gibi bir dini kurum bulunmaması. Bence en önemli diğer bir fark da üretimdeydi. Mülkiyet ve miras yoktu. Tüm araziler (Miri topraklar) padişaha aitti ve sadece bu arazilerin işletilmesi şahıslara veriliyor veya kiralanıyordu. Ayrrıca devlet tanrısal bir güce de sahipti. Bu iki husus padişahı güçlü kılıyor ve sarsılmaz bir yapıya ulaştırıyordu. Bu sistem kapitalist sistemdekinin tersine sermaye birikimini önlemiş ve bireyin zenginleşmesine engel olmuştur. Her alanda geri kalmanın en büyük nedenin de bu olduğuna inanıyorum.
Bizde, ffeodal bir yapılanma olmadığı için Avrupa’daki “Onur” sorunu olmamıştır. Ancak, çok yaygın ve katı şekilde bir “Namus” sorunu olduğunu görüyoruz. Bunun objesi kadın tetikleyici de “Din ve geleneklerdir”. Son zamanlarda artan cinayetlerin bir nedeninin de günümüzde yükselen İslam ve milliyetçilik akımlarından kaynaklandığını düşünüyorum.
İnanç konusuna gelince: Devlet tanrısal bir güce sahip olduğu için (Padişah Allah’ın gölgesi) Padişahlar şeyhülislamlar aracılığı ile toplumu idare etmişler ve buyrukların bir şekilde şeriata uydurulmasını sağlamışlardır. Fatihten sonra padişah olan II. Beyazıt’ın sofu olması (1481- 1512) ve oğlu Yavuz Sultan Selim’in halifeliği alması (1470-1520) dindarlığı iyice pekiştirmiştir. Zaten, Türk halkı anlamadığı bir dinle, din adamlarının tahakkümüne girmeyi peşinen kabul etmiş oluyordu.
Görüldüğü gibi XVI. Asırda Avrupa’da çöken din anlayışı Osmanlı’da zirveye yükselmiştir. Rasyonel düşünce, eleştirel zihniyet, hayat sevgisi, insan hakları gibi konularla uğraşılmamıştır. Dünya bir imtihan yeri olarak kabul edilmiş ve ahrette ödüllendirilmek için çaba sarf edilmiştir. Medreseler birer din eğitimi kurumları oldukları için maalesef imparatorlukta bilim ve düşünce adamları yetişememiştir. Matbuanın 276 yıl sonra İmparatorluğa girmesi ve edebiyat dilinin (Farsça-Divan Edebiyatı) halk tarafından anlaşılır olmaması düşüncelerin halka yayılmasını önlemiştir. Bu sonucu gören yöneticiler sonraki asırlarda ıslahat hareketleri başlatsalar da Rönesans kadar köklü olmamıştır. Çok geç de olsa 4 asır sonra gerçekleştirilen Cumhuriyet; seküler düşünce tarzı ile, laikliği kabul ettiği, medeni kanunları yürürlüğe koyduğu, insan hakları anlaşmalarına destek verdiği, modern eğitime geçtiği için bir Rönesans hareketi olarak kabul edilebilir. Ancak bu yenilenmenin; bu günkü halimize bakarak, halka pek yansımadığı anlaşılıyor. Düşünce tarzımız hep, insan eksenli değil din eksenli olduğunu görüyoruz. Bu Rönesans hareketini bir reform hareketinin takip etmemesi belki bir eksiklikti. Şunu da unutmamak lazım ki, halktan gelmeyen yenilikçi hareketlerin başarılı olma şansı az oluyor. Yukarıda bahsettiğimiz konulara bakınca bunu açıkça görüyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı bir Şeyhülislamlık mevkiine dönüşmüş fetvalar veriyor. Önemli kurumların başında genelde İlahiyat mezunları var. Uluslararası bir “insanlık hakları antlaşması” olan İstanbul sözleşmesinden çıkılmak isteniyor. Bu antlaşma eşcinsellere, orospulara hatta canilere insanca yaklaştığı için dindar kesimi rahatsız ediyor. İdam cezasının kaldırılmasının nedeni de zaten budur. Ankara Barosu eşcinselliği değil eşcinsellerin insan haklarını savunduğu için eleştiriliyor. Ayasofya’da namaz kılmak da Feodallerin onur meselesi gibi halka hoş gözükmek için bir kabadayılık (Şövalyelik) göstergesi. Temelinde yine din var. Bütün bunlar bana göre birer Ortaçağ düşüncesi.
Bir ülkede reformların yapılabilmesi; önderlerin yol göstermesi dışında, halkın bilinçlenmesine de bağlıdır. Bu da ancak eğitimle olur. Maalesef Osmanlı İmparatorluğunda eğitim sadece din üzerinde olmuştur. ( Subyan okulları ve Medreseler). En kötüsü de eğitimin Arapça olmasıydı. Dil ise toplumun anlaşabilmesi, bilginin yayılabilmesi bakımından çok önemli bir ögedir. Bilim ve sanat adamlarının yetişmemesi hep buna bağlıdır. Bu günkü eğitimin de çok iyi olduğu söylenemez. Halka bazı soyut kavramları anlatmak zor oluyor. Örneğin suyun 100 derecede kaynadığını, sıfır derecede donduğunu; gözle görülür olduğu için, anlatabilirsiniz. Ama “nispi rutubeti” gözükmediği için anlatamazsınız. O nedenle de Türkiye’de düz çatılar hep akar. Korona 19 virüsü de öyle değil mi? Bunun gibi, rasyonel düşünceyi, eleştirel zihniyeti anlatmak da eğitimini yapmak da çok zordur. Bundan sonra bir din reformu olur mu? Bilemiyorum ama bana çok zor gözüküyor.
Acaba, “din ve onur” içermeyen sadece “İnsan eksenli, hayat sevgisi taşıyan” düşünceye “çağdaş düşünce” diyebilir miyiz?
Bu yazdıklarımdan inancı dışladığımı sanmayın. İnancın, sanatla beraber insan ruhunu besleyen en kuvvetli iki unsur olduğuna inananlardanım. Salt pozitivizmin insanlığa ne kadar zarar verdiği de görüldü. Hem “insan eksenli” düşünüp hem de “inançlı” olabiliriz. Hem de belki daha da güçlü bir şekilde.
Bütün bunları başka bir yazıda tartışmak üzere…………….
Kaynakça:Lanson – Histoire de la Literature Française
Halil İmalcık- Osmanlı Uygarlığı