İnsana sokağı yasaklamak, normal bir şey değilse de, korona-salgını bunu zorunlu kıldı, deniliyor. İnsanın doğal yaşamından koparılması doğal olmayan bir önlemdir. Yaşlılar böyle bir önlemle karantinaya alındılar. Türkiye bir “yaşlı karantinası” haline geldi. Mesela Almanya’da böyle bir önleme başvurulmadı. Yaşlılar, diğerleri gibi sokaktan mahrum edilmediler. Türkiye’de yaşlılara yönelik bir cadı avı başladı. Korona-salgının nedeni gibi algılanmaya, korona-virüsü mıknatıs gibi çeken yaratıklar gibi görülmeye başlandılar.
Şimdi yasak bitecek. Yaşlılar diğerlerinin arasına karışacak, kaynaşacak. Eğer önlemlerin gevşetilme sürecinde ikinci bir dalga gelir ve salgın tekrar yayılmaya başlarsa, o zaman yine yaşlılar bunun suçlusu gibi görülecektir.
Bir taraftan da yaşlıları anlayamadım doğrusu. Çünkü onlar zaten yasaklarla büyüdüler. Her türlü yasağı yaşadılar. Her türlü mahrumiyeti bilirler. Ekmek, gaz, yağ kuyruklarında hayatları geçti. O zamanlar gıkları çıkmadı, şimdi basit bir yasak karşısında isyan ediyorlar.
Sokağa hasret, evine nefret! Evinden nefret eden bir yaşlı kuşağa herhalde bu topraklarda ilk defa rastlanıyor. Bunun bir nedeni olmalı. Evlerde neler oluyor ki, yaşlılar kendini sokağa atmak, evden kaçmak istiyor?
Elbette bu önemsiz bir soru değil, ama bizim ilgi alanımızın dışında kalan bir soru. Biz, bize minnet duyan yaşlıya saygı duyan, ama isyan eden yaşlıya da haddini inanılmaz bir bayağılık ile gösteren bir toplum olduysak, bunun da önemsiz olmayan sebepleri olmalıdır. Ama bu da bizim ilgi alanımıza girmiyor.
Biz yaşlı deyince ya ak sakallı erkekleri ya da nur yüzlü nineleri anımsarız. Masallarda anlatılan dedeler ve nineler gelir aklımıza. Yaşlılığı görünüşte ararız. Görünüşe indirgenen bir yaşlılık algısı ve anlayışına sahibiz. Her şeyimiz şekilci olduğundan, yaşlılığı da şeklen düşünürüz. Bıyık ve sakallarımızın şekli, giyim ve kuşamımızın şekli, evimizin şekli gibi kafalarımızın da şekli önemlidir, bizim gözümüzde.
Çocuklarını şekilcilikle yetiştirenlerin yaşlılarının da şekilci olması bir sürpriz midir? Şekillerle örülü hayatında kafasını şekilcilikten kurtaramayanlar, şu günlerde bir kere daha yasaklarla didişiyor. Anlatılanı dinlemeyen, kafasına göre takılan bu şekilcilikten çocuklarımızı kurtarmalıyız. Tek kalıptan çıkmış insanlarla geleceğe yürümek cesaret ister. Biz çok cesuruz. Oysa yaratıcı beyinler yaratmalıyız. Yaratıcılık ise bağımsız ve özgür düşünce ile olabilir.
Yaşlılara kızmayalım. Onlar geçmişteki hataların ürünüdür. Bunları düzeltmeye çalışmak boşa kürek sallamak olur. Bunun yerine bugünkü çocuk ve genç kuşakları, geçmişteki hataları tekrarlamadan yetiştirelim. Onları çağdaş ve özgür düşünen, yaratıcı insan yapmanın yollarını aramaya hiç gerek yok. Bu yollar bilinir ve daima bilimin yoluyla kesişir. Bilimden uzaklaşmak, bilinmezliğe yapılan tehlikeli bir yolculuktur. Belki tehlikelerden korkmuyoruz, ama korku bilginin bir eseridir. Hiçbir şeyden korkmamayı artık kendiniz tanımlayabilirsiniz.
Ramazan dolayısıyla Suriye’de bir camide çekilen filmi ve caminin imamıyla yapılan röportajı izleme talihsizliğini yaşayan biriyim. Savaştan her tarafı yıkılan ülkenin bir camisine doluşan dindarlar kutsal Ramazan ayında kendilerini Allah’a daha yakın hissetmek istiyorlar. Bu onların doğal bir hakkıdır. Ancak korona-salgını önlem almayı da gerekli kılıyor. Ama o camide ibadet eden kişilerin hiçbirinde ne maske var ne de aralarında bir güvenlik mesafesi. Gazeteci imama soruyor: “Neden korona-virüse karşı bir önlem almadınız?”
Suriye’deki o caminin imamının buna cevabı şudur: “Peygamberimiz Hz. Muhammed bir milletin başına aynı anda iki felaketin birden gelmeyeceğini söylemiştir.” Demek istediği şu: Başımızda bir savaş felaketi var, dolayısıyla korona-salgını şimdilik sorun yaratmıyor. Bu cami imamı, kendisinin bir “felaket” olduğunun farkına varamıyor.