Cemil Bey 82 yaşında kendi halinde bir adamdı. İki yıl önce 60+Tazelenme Üniversitesinde eğitime katılmak için gelmişti, ama sağlık sorunları nedeniyle katılamamıştı. Zaman zaman halini hatırını sormak için ararım. Yaklaşık bir ay önce yine aradım. Cemil Beyle sohbetimiz genellikle yaşlılık üzerinde yoğunlaşır. Son görüşmemiz de öyle oldu. Cemil Beye göre “Herkes yaşlanıyor, ama herkes yaşamıyor.”
Neden böyle düşündüğünü sorunca pişman oldum. Konuşma
4 saat kadar sürdü. Cemil Bey anlattı, içinde ne var yok hepsini ortaya döktü. O anlattı, ben ise dinledim. Eşini, çocuklarını, torunlarını, komşularını, akrabalarını, kahvehane arkadaşlarını, çocukluğunu, gençliğini… Telefon görüşmesi sona erdiğinde, “Çok güzel bir sohbet oldu, geriye kalanını bir sonraki görüşmede anlatacağım” diyerek beni azat etti.
Cemil Beyin anlattıkları aslında yaşlılığın genel bir görüntüsüydü. Yalnızlıktan, ilişkide olduğu yakın çevresinde kendisine yönelik azalan ilgiden, çocuklarının ve torunlarının seyrekleşen ziyaretlerinden, kahvehane arkadaşlarının azalan sayısından, akrabalık ilişkilerinde algıladığı kopuşlardan bahsetti. Maziye döndü ve eskiden hayatın daha güzel, daha kolay, daha anlamlı olduğunu söyledi. Çok sevdiği eşiyle nasıl ve hangi koşullarda evlendiğini, hayatın zorluklarını ve güzelliklerini birlikte yaşadığı eşinin Alzheimer hastası olduğunu, her şeyi unuttuğunu, “60 yıl aynı yastığa baş koyduğum karım beni artık tanımıyor,” diyerek hem anlattı, hem de ağladı.
Cemil Bey ortaokul mezunu. “Eskiden ortaokul mezunu olmak önemli bir şeydi. Şimdi herkes üniversite mezunu. Ender olsa da kahvehanede gençlerle konuşma fırsatı buluyorum. Biraz değişiklik oluyor. Bana gençlerin bilgi seviyesi düşük gibi geliyor. Yanılıyor olabilirim. Belki sadece kahvehanede karşılaştığım gençler bu durumdadır. Cep telefonlarının markaları, sosyal medya üzerine çok bilgileri var, ama politika, tarih, kültür deyince sınıfta kalıyorlar. Sanki başka bir âlemde yaşıyor gibi görünüyorlar.”
Çocukları ve torunlarının kendisini ziyarete gelmemesinden yakınıyor. “Anneleri Alzheimer olunca önce ‘senin yanındayız’ dediler, sonra git gide daha az ziyaret etmeye başladılar. Beni sorunumla baş başa bıraktılar. Karımla aynı evde yaşıyoruz, ama aynı hayatı yaşamıyoruz. O belki yaşadığını bile bilmiyor. Bakıcı tutacak param yok. Devletin verdiği bakım aylığı bakıcı aylığının beşte birini karşılayabiliyor. Emekli aylığım belli. Ayın sonunu zor getiriyorum. Yemek pişirmeyi bilmem. Yumurta kaynatıyorum veya kızartıyorum. Pilav yapmayı öğrendim. Karıma iyi bakamıyorum, ama elimden bu kadarı geliyor. Allah günahım varsa affetsin.”
“Komşulardan birine bazen rica edip evde bir saatliğine karıma göz kulak olması için rica edip, eline birkaç kuruş tutturup kahvehaneye gidiyorum. Yoksulluk işte. Komşu kadına verdiğim parayı aslında dilenci bile kabul etmez, ama yoksulluk her işi yaptırıyor. Yakında kahvehaneye gitmeme de gerek kalmayacak. Arkadaşlar birer birer Allah’ın rahmetine kavuşuyor. Ben ise sıranın bana geleceğinden korkuyorum. Karım ölmeden önce ben ölürsem, ona kim bakacak?”
Cemil Bey hayatından pişman olmadığını, ama hayatından memnun da olmadığını söylüyor. “Nasıl memnun olacaksın evlat?” diye sorduktan sonra Cemil Bey en çok hayat pahalılığından şikâyet ediyor: “Televizyon kanallarında yemek tarifleri veriyorlar, ama bu yemekleri pişirecek paran var mı diye soran yok? Pazarda, bakkalda, süpermarkette para lazım yemek tarifi değil.” Yatağa yemek yemeden girdiği günlerin sıklaştığını söylüyor.
Cemil Beyin bir istisna olmadığını varsayacak olursak, sosyal politikalarımızın görevlerinden biri, Cemil Bey örneğinde görülmektedir: Yaşlıların yoksulluğu ve yalnızlığı. Seçim yaklaşırken bunu da hatırlatmak istedim.