Şu “Basın Özgürlüğü,” dedikleri nanenin ne olduğunu bunca yaşıma rağmen bir türlü anlayamadım.
Yürekten söylüyorum, her yazımda otokontrol uyguluyorum. Hele bu yaştan sonra savcıya, mahkemeye çıkmak, hele hele içeriye girmeyi hiç istemiyorum. Yine de Allaha teşekkür ediyorum, bana mesleklerin en güzelini, en şereflisini, en heyecanlısını nasip eylemiş.
1960 devrimi oldu, bayram ettik, “Tahkikat Komisyonu” yoktu, güdümlü savcılar yoktu artık, özgürce yazabilecektik. Ulucanlar Cezaevinin Hilton Koğuşu bir daha gazetecilerle dolmayacaktı. Patronlar da bayram etmişti; muhalifsin diye kağıt ambargosu gazetelere konamayacaktı, ilânlar ceza olarak kesilemeyecekti, çalışanlar maaşlarını alabilecekti, 2,5 liralık küçük ilân parasını kapmak için idare müdürünün kapısında nöbet tutulmayacaktı, gazeteler iki dudağın arasında kapatılamayacaktı.
Haklarımız veriliyordu, 212 Sayılı Basın Yasası çıkmıştı.
Bayram kaç gün, ya da kaç ay sürdü anımsamıyorum şimdi, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığının subayları geceleri gazete matbaalarını basmaya başladılar, sayfa kalıplarından haberleri okuyorlar, beğenmedikleri haberleri çıkarttırıyorlardı. (Yazıları tersten okuyamadıklarından bir de onlara yardım ediyorduk.) Gece yarısı boşalan yere yeni haber arardık. (Sonradan akıllandık, çıkartılan haber yerini takımla doldurup, boş bıraktık. Ertesi gün okur, habere sansür uygulandığını anlamaya başladı.)
Bayramımızı biz hâlâ kutlamak istiyorduk, ama iktidar pek hevesli değildi, sözüm ona basın özgürlüğü ile ilgili olmayan, ama basını kısıtlayan yeni yasalar çıkartıyordu. Örneğin bir yasa vardı, halk adını, “sabık iktidarı övmek,” olarak koymuştu. Hangi sözün, hangi işlemin DP dönemini övmek olduğunu anlamak için devrin savcısı, hakimi olmak gerekiyordu. Bazı arkadaşlar yine yavaş yavaş içeri girmeye başlamıştı.
Karabük Demir Çelik Fabrikaları yeni bir yüksek fırını devreye sokacaktı, Ankara’dan gazeteciler ikişer kişilik uçaklarla Karabük’e taşınmıştı. Gittik, gördüklerimizi gazetemize yazdık. Gurur verici bir eserdi o zamanlar için. Şuna yakın bir cümle yazmıştım haberimde, “Temelleri DP zamanında merhum Menderes tarafından atılan,” diye.
Hop, savcılığa, mahkemeye. İddianame 3 yıl hapis istiyor. Tabii yurtdışına kaçtım. Ankara-Haydarpaşa, Bern treni ile. Cebimde 200 Mark vardı. Bir yıl sonra af çıktı, yurda döndüm.
Bu öyküyü niye anlattım biliyor musunuz? Bu mesleğin sahipsiz olduğunu, hiçbir iktidara şirin görünmediğini bilmeyenlere anlatmak için.
Peki ne yapacağız? Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz.
Mesleğimize her şeyi göze alarak biz sahip çıkacağız.
Antalya’daki basın kuruluşlarından umudumu kestim.
Nerede bizim ünlü, hatırı sayılı gazetecilerimiz, şöyle bizleri bir araya getirip, gazetecilerin tutuklanmalarını küçücük bir basın toplantısıyla protesto edemez miyiz? Sizlerden bekliyorum. Bu mesleğe sahip çıkmazsak, yarın bizleri sokakta bile dolaştırmazlar.
Not: Yeni öğrendim, Antalya ÇGD (Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti) den bir heyet hemşerimiz Ahmet Şık’ın ailesini ziyaret etmiş, üzüntülerini bildirmiş.