Yirmi günden beri bir gün ayakta bir gün yataktayım; pis bir hastalık bu, öksürük, kırıklık, baş ağrısı. Bunun üstüne havaların cilvesi, yağış. Yağış gibi yapıp kandırmacası bacaklarımı iki misli ağrıtıyor. Gece uyku yok, gündüz bazen dalıyorum. İşte yaşamın noktalanacağı ana doğru yolculuğun öncüleri. İnat ediyorum. Yeneceğimi sanıyorum, daha sağlıklı günlerim olacak gibi umutlanıyorum. Umut, birden yanıp sönen bir lamba. Tam karanlığa göçerken o lamba bir kez daha yanıyor, gözlerin açılıyor, kısa bir süre de olsa yaşama ısınıyorsun. Anlıyorum ki hâlâ umudumu yitirmemişim. Oysaki ne bir hal, ne bir gelecek beklentim var. Ne de bir kimsenin benden beklentisi. Varlığım, yokluğum kendim için nasıl bir sıfırsa yakınlarım, dostlarım için de değişik değil. Dostlardan birini kaybediyoruz, cami, sonra kabristan çıkışı günlük yaşantımız başlıyor. Hayatımızdan çıkanın farkında olmuyoruz. Belki, akşam kadeh kaldırarak şen şarkılar söyleyebiliyoruz. Doğrusu da bu zaten. Yoksa dünya dönmezdi.
Şurda, burda karşılaştığım bazı dostlar, “seni iyi gördüm,” diyorlar. Öyledir, sokağa çıkınca kendimi kasıyorum, ahlarımı, oflarımı içime görüyorum. “Nasılsın?” diye soranlara, “iyiyim,” diyorum, ama esas söylemek istediğimin, “hükümet gibiyim,” olduğunu biliyorum: Dışarıdan çalımlı, içinden dökülmüş.
Belki bu satırları şimdi ölçtüğüm ateşim yazdırıyordur. 37. Kimilerinde 37 derece düşüktür, ama ben de öyle değil, benim normal ateşim, 35.5 tur. Soğukkanlıyım. Kötü!.. İnsan sıcakkanlı olmalı. Zaman zaman bu soğukkanlılığımın yüzüme vurduğunun da farkındayım. Zira insanlar bana fazla sokulamazlar, onları itelerim. Kısaca az sevilirim. Bu da soğukkanlılığımın cezası
Oysaki herkes sevilmek ister. Sevgiyi yaşamak ister. Ne yapalım, kader.
Bir su içme molasında yatak odamdaki televizyonu açıyorum, haber saati. Başbakan konuşuyor, Kızılcahamam ‘istişare’ toplantısında. Belli ki iyi hazırlanmış, kafiyeler yapıyor. Salon dolu, türbanlı hanımlar çoğunlukta. Sanırsınız ki bir İslami partinin ya da İran’daki bir partinin toplantısı. Dikkatlice dinliyorum. Bakıyorum, hiçbir değişiklik yok konuşmasında. Milli Görüş’ten beri söylediklerini yineliyor. Yine türban, yine kadın erkek eşitliğine karşıtlığı, yine hamaset, yine “evvelallah Kasımpaşalılığı.” Konuşmasının bir yerinde kendimi tutamayıp gülmeye başlıyorum. “Bizim dönemimizde evler basılarak insanlar içeriye alınmadılar. Kitaplarına el konulmadı,” diyor. “Bravo,” diyorum, insanların gözünün içine baka baka “gerçeği (!) söylemesine. Bir kez daha anlıyorum, gerçek denilen şeyin görece olduğunu.
Radikal Gazetesi’nde köşe yazarları artık “Sokak Köşe Yazar’ı” olacakmış. Yani benim bugün yaptığım gibi evde oturup ahkâm kesmeyeceklermiş. Bunu basında ileri bir adım olarak sunuyorlar. Haklılar, hepsi genç bilemezler, köşe yazarlığı taa 1980 den itibaren “Köşebaşı Kapma,” ya da “Sokak Kızı,”yazarlığı oldu, haberleri yok.
Radikal’e başarılar.