Bir hikâye anlatacağım, dudaklarınız uçuklayacak.
Şaka, şaka. Sizin dudaklarınız uçuklamaz, farkındayım. “Ooo biz nelerini gördük!” diyeceksiniz.
Hikâyeyi anlatmadan isterseniz biraz dertleşelim:
Şu ülkenin bir sağlık sistemi oldu mu hiç? Olmadı.
Tıpkı eğitimi gibi.
İktidara kim gelirse aklına estiğini yaptı. Hedef sadece oyla, yandaşları kazandırmaktı, bildiğiniz üzre efendim.
Hani derler ya, devletin baş görevleri arasında eğitimle sağlık gelir diye; biz de “ıhıı!” Öyle bir şey olmaz. “Mümkünatı yok.”
Şu eğitime bir bakın, ilköğretimden üniversiteye kadar. Her yıl bir şeyler değişir. Analar, babalar, çocuklar yeni sistemi öğrenmeye çalışır. Yıllar geçer, her büyüyen yetişkin eğitimden konuşurken sözüne “bizim zamanımızda,”diye başlar. (Fena mı bize bilgiç bilgiç konuşma konusu yaratıyorlar.) Sınav sistemleri değişir, ilkokuldan ortaokula geçmek için bin bir badire atlatılır. Olan çocuklarla ailelerine olur, pıtrak gibi doğan dershaneler kazanır, paralar akar gider, aileler borç batağına saplanır. Allahtan kredi kartları var.
Doktorlar suçlu?
Ya sağlık?
Sağlıktaki rezalet ayyuka çıktı. İşçi Sağlık Sigortası, güya Emekli sandığı ile birleşti. Sigortalı mısın? Eczane ilacını vermez, hastane kapısından geri gönderilir, özel sektöre yönlendirilirsin. Her özel hastanenin, kliniğin ayrı bir katkı payı sistemi vardır. Geçenlerde hükümet katkı payı yüzde otuz olacak diye bir kararname yayımladı resmi gazetede. Özel hastanelerden, kliniklerden tepki gelince aynı gün akşamı geri çekti.
Ne derler böylesine? Güdemeyeceğin devenin arkasına geçme birader.
Biz halk olarak alışmışız, sağlıkla ilgili eleştirilerimizi hep doktorlar üzerinden yaparız. Son günlerdeki “bıçak parası” gibi. Peki yahu, olayı doğru kabul edelim. Doktorları buna iten neden nedir? Hiç üzerinde düşünür müyüz? Hayır!
Hep okuruz gazetelerde, hasta hastane kapısından çevrildi, diye. Niye çevrilir hasta? Yine hiç düşünmeyiz, belki o anda o hastane o hastaya müdahale edecek durumda değildir. Kadrosu eksiktir, aleti edevatı yoktur, şudur budur. Ama kapısında kocaman hastane yazılıdır. Biz bunu bilir, bunu görür, doktorları yerin dibine batırırız. Haksızız aslında.
3 dakikada bir muayene
Bakın size bir şey söyleyeyim. Bizim tıp fakültesinden internet üzerinden herhangi bir klinikten bir randevu isteyiniz, önünüze bir sayfa açılacak, hangi saati alabileceğinizi göreceksiniz. Dikkat buyurun lütfen. 11.00, 11.03, 11,04, gibi uzar gider, bazen örneğin cildiyede bu randevu aralıkları dört dakikaya çıkar. Adam kaşındığı yeri gösterecek, onun için bir dakika uzatmışlar. Yani bu demektir ki, doktorun size ayıracağı zaman 3 ya da dört dakikadır. (Eskiden Panamerikan havayollarının reklamı “beş dakikada bir kalkar,” idi. Onu da geçtik.) Sonra biz kızarız, “yahu muayene bile etmedi, iki ilaç yazdı, tamam.” Günde 130 hastaya bakmakla zorunlu olan bir doktor ne yapsın peki?
Batı ülkelerinde bir doktor günde 12 hastayı muayene etmekle yükümlü kılınmış.
Sistem nanik.
Beğenmediysen devlet hastanesini özele git kardeşim, bastır paranı muayene ol. Paran yoksa öl!
Ey hükümet edenler, kapatın tüm hastaneleri, iptal edin tüm sosyal sigorta sistemlerini, bütçeniz rahatlar, cebinizde, hazinenizde paranız olur, bol bol seyahat eder, yaşamanın keyfini çıkartırsınız, hem de özel sigorta sistemi ülkede güçlenir. Parası olan bir sigortaya girer, aidatları yatırır, doktor hastane kapısı onlara açılır, olmayan da kekik yağı sürer bir yerlerine.
EM
Aslında gidiş bu yönde.
Geçen hafta Antalya Devlet Hastanesi’nin manyetik rezonans (EM) aleti bozuldu, bir hafta içinde yurt dışından parça getirildi, em’lar çekilmeye başlanıldı. Yazmıştık, umarım okumuşsunuzdur.
Gelelim taa başta duyurduğumuz hikâyeye. Devlet Hastanesinin EM cihazı yok. Ne yapsın hastane başhekimi? Hizmet için orada olduğunu biliyor, boru mu hastane başhekimliği, bakan gibi adam. Bir gün çağırır birini; biri dediğim, vaktiyle EM’cılık yapan, sonra iflas eden birisi. Aleti atıl beklemektedir. Bu aleti halkın yararına kullanmak gerekir.
Evet, bu vatandaşımız çağrılır, “bak,” denir, “hastanenin koca bir bahçesi var, boş duruyor, oraya bir bina inşa et, burası devletin toprağı, öyle ruhsat filan alacak da değilsin, yaptığın binanın içine de EM cihazını koy. Bize EM çek. Seninle bir sözleşme yaparız, olur biter.” Eklenir, “vergin algın da olmaz. Örneğin dışarıya beş yüze mi çekiyorsun bize üç yüze çekersin.” Vatandaşa hizmet edilecek, bu güzel öneriye hayır mı denir. Devlet kazanacak üstelik. Bina yapılır, EM konur, çalışmaya başlanır. Ateş gibi bir de teknisyen bulunur. Devlet teknisyeni günde on tane çekerse bu teknisyen yüz tane çeker. EM’cı parasını hastaneden alır, hastane de devletten.
Derler ki, hastane o cihazı kendi satın alsaydı, parasını bir yıl da çıkarırdı.
İyi mi?
Biz müslümanız, Türk’üz, Rus değiliz, bize bir şey olmaz.
Yiyin, beyler, hanımlar!
Sağlığınız için yeşil sebze yiyin, domates yiyin, patlıcan yiyin, yeşil biber yiyin, hıyar yiyin. Ne bulursanız yiyin. Doktorlar, diyetisyenler sebze, meyve öneriyorlar, unutmayın.
Şimdi de Rusların artıklarını yiyin.
Geri zekâlılar, bizim sebzelerimizi zehirli, diye geri göndermişler. Domuz yağı yemeye alışmışlar bir kere ne bilsinler sağlıklarını? Kaz kafalılar, domateslerimizi, patlıcanlarımızı, fasulyelerimizi, üzümlerimizi geri çevirdiler. Neymiş efendim, nitrat varmış, tarımsal ilaç kalıntısı varmış. Salaklar!
Kızdım vallahi, Ulan nitratsız karpuz mu olur, sebzemi olur. Nitrat olmasa, o karpuzlar bu kadar şişer, kıpkırmızı çıkar mı? Cahiller!
Oh olmuş, gazetede okudum, Rusya’da domates fiyatı iki dolara çıkmış. Beş dolara çıksın, almaz mısınız bizden domatesi. Taze sebze yemeyin, vitaminsiz kalın, kanser olun, ölün, bana ne.
İlaçlı mı imiş? İlaçlar domatesin içine mi geçmişmiş. Soyun kabuğunu, sonra da klorla, ya da sirke ile yıkayın, bir şey kalmaz. Hep size akıl mı vereceğiz yani.
Biz yiyoruz, canımıza değsin, sizin sayenizde pazarda domates 25 kuruşa indi. Demre’de iki kuruşa satılıyormuş.
Gülerim, tarım ilacı artıkları varmış. Yahu biz yıllardır yiyoruz, bize bir şey mi oldu. Olmaz, biz müslümanız, üstelik Türk’üz. Kırmızı ışık ta bile geçeriz. AIDS bile bize bir şey yapamaz. İnanamayın o Türkiye’de AIDS bir gün patlayacak, kanser hastalıkları hızla artacak diye, palavra sıkanlara. Biz de din, iman gücü var. Eyvallah abi!
Domatesleri iade edeceğinize, sağlığınızla oynayacağınıza, eğer çok korkuyorsanız, din değiştirin, Müslüman olun, kendinizi koruyun, ağız tadından da mahrum kalmayın.
Sizin o namussuz Çernobil santralınız çatladığı zaman ne oldu biliyor musunuz? Bizim Karadeniz de nükleer zehir taşıyan bulutlarınız çaylarımız üzerine çöktü. Bakanımız “yok, bir şey,” dedi. “çayınızı afiyetle için.” Sonra kendisi de içti, bizde inandık, içtik. (Kimileri Seyhan çayı idi içtiği diye dedikodu çıkardılar, ama biz inanmadık.) Ne oldu, hiç. Pek hiç değil ya, hani… İki üç yıl sonra tonlarca çaylarımızı münafıklar yüzünden toprağa gömdük. Doğu Karadeniz de birkaç kişi kanser oldu, doğan çocuklar eğri büğrü doğdu filan. Hepsi bu kadar. Müslüman olmasaydık kim bilir başımıza neler gelirdi neler.
Şimdi sizin iade ettikleriniz pazarlarımız da, marketlerimizde satılıyor, biz de afiyetle yiyoruz. Ne valimiz, ne belediyemiz, ne bakanlarımız çıkıp ta “aman yemeyin,” demiyorlar. Hatta Tarım ve Köyişleri Bakanımız, “İddialar doğru değil,” diye yüce Mecliste açıklama yaptı. Ayıp olmasaydı, Mecliste bir domatesi alıp, suyunu akıta akıta yer, cümle aleme ispat ederdi zehirli olmadığını. Kalkıp ta sizin yaptığınız gibi sebzelerimizi meyvelerimizi ne kadar tarım ilacı artığı var, diye tahlil bile etmiyorlar. Biliyorlar ki, biz müslümanız, bize bir şey olmaz. Amannn Ruslar zaten sebze pişirmeyi bilmezler. Sadece kızartırlar. Bir çoban salatası bile yapamazlar. Rus salatası neyinize yetmiyor sizin. Almayın, canımıza değsin, biz de bol bol, ucuz ucuz yeriz.
Evet!!! Çok lafa gerek yok.