Hafif Metro

“Hafif” sözcüğünü duyarsanız ne anlarsınız?

“Hafif kadın.”

Anlamı açık, üzerinde durmaya gerek yok.

“Hafif müzik”

İşte öyle bir müzik.

“Hafif uyku.”

Uyku ile uyanıklık hâli.

“Hafif meşreb”

Evet, o işte.

“Hafif iş”

Yorucu olmayan, kolay yani, herkes yapabilir. Sıkıntısız iş.

“Hafife almak.”

Önemsiz saymak, küçük görmek, aldırmamak.

“Hafifbilek”

Bunu da siz anlamlandırın.

Yakışıklı başkanımız,  “bizim yaptığımız tramvay hattı değil, hafif metro,” diyor.

Noktayı koyalım. İtiraf yerinde.

Hafif metro da batıp çıkacakmış zaman zaman.

Şimdiden Antalya battı gibi ne dersiniz?

Bu hafif metro için 180 Milyon Euro borçlanmışlar.

“Ağır metro” (Başkanın tabiri) yapsalar imiş, 400 milyon borçlanmaları gerekirmiş.

Nedense insanın aklına bir soru geliveriyor hemen.

Hani herkesin battı-çıktı dediği geçitler var ya, onlara ne kadar borçlanıldı acaba?

Şu “ağır metro” önceden planlansa idi, o battı-çıktılara gerek olur muydu?

Olmazdı elbet. Bebekler bile bilir.

O zaman battı çıktılara harcadığını borçlanması gereken 400 milyondan düş bakalım, geriye ne kalır?  (Bu dört yüz milyon içinde vagonlar da dahil, unutmayınız)

Hesap edenler diyorlar ki, belki 200 milyon.

20 milyon mu başıma kaktığın a başkanım?

Hatta bazıları “ ne borçlanması, elde para kalırdı,” diyorlar. Hesap yanlışı varsa, vebali onlara ait.

Ankara, İstanbul Metrosu:

Bir garip ülkeyiz. Aklımız başımıza geç geliyor:

Sultan Abdülhamit, İstanbul’a metro yaptırmayı düşünür, şartlar şurtlar olmaz. Tüneli yaptırır. Ve hâlâ tünel, İstanbul’un bir bölümünün yükünü kaldırır. Aradan 80-100 yıl geçince ancak İstanbul kısmi metroya kavuşur. (Avrupalı yüz yıl önce metroyla tanışmış. Paris metrosunun inşaatı 1845 de başlamış, 213 km.lik sistem 1900 de bitmiş. Ruslar da birkaç yıl sonra başlamışlar.)

Ankara’nın bir belediye reisi vardı -yaklaşık elli yıl önce,- Ekrem Barlas, rahmetli oldu. Epey iş yaptı Ankara’ya, ama hiç yaranamadı Ankaralıya. Dünya Bankası’ndan kredi buldu, Ankara’nın metro planlarını yaptırdı, ilk kazmayı da Kızılay’ın göbeğinde vurdu. Göbek iyice derinleşti, Kızılay’ın trafiği de birbirine girdi. Ankaralılar çileden çıktı, muhalefet aldı sazı eline, “ne metrosu, ne gerek var metroya şu ufacık Ankara’da,” diye. Seçimler yaklaştı, Kızılay oyuluyor, ha oyuluyor, toz toprak her taraf, Ankaralı hırçın. Rahmetli Vedat Dolakay, (Dünya çapında ünlü mimar) seçimlerde adaylığını koydu. Seçim sloganı, “Göbeği kapatacağım,” oldu. Seçimi kazandı, sözünde durdu, göbek dolduruldu, Kızılay trafiği düzene girdi. Metro projesi rafa kaldırıldı. Üç beş yıl sonra  Ankaralı hatasını anladı, ama fırsat kaçmıştı.

Aradan kırk yıl geçti, Ankara’da metro yapılmaya başlanıldı.

Ne haber?

40 yıl değil, 20 yıl, belki 10  yıl sonra Antalya’da “ağır metro,” yapılmaya kalkılırsa şaşırmayalım.

Ne diyorlar, hani bir yabancı sözcük var, “vizyon” mu ne?

“Vizyon sahibi.” Rahmetli Özal’a öyle derlerdi. Gün geçtikçe sevapları, günahlarını kat kat bastırıyor. Ankara’daki mevlût te bunu gösterdi.

Zaman işliyor, hafif metroya da razıyız, ama gün geçmeden şu “ağır metro,” tadilatı yapılamaz mı?

Otuz yıl sonra “Antalya’da vizyon sahibi bir Menderes Türel vardı,” diye anılmak ne hoş olurdu.

Şecaat Arzederken…

Geçen sayılarda haberini yazdım. Maliye’nin sahilleri işgal eden otelcilerle, kumsal işletmecileri ile pazarlık ettiğini. Yadırgamıştım. Pazarlık şu idi: Maliye otelcilere diyor ki siz işgal ettiğiniz kıyılarının işgaliyesini –ecrimisil- taksitle ödeyin, ben de açtığım ceza davasından vazgeçeyim.

Yani maliye otelcilere kıyak çekiyor.

Biz de sormuştuk, “sen kimin malını kime kıyak çekiyorsun,” diye?

(Kıyılar kamunun, yani halkın malı. Halkın malını, bazı koşullarda halk adına devlet kullanabilir. Sadece halk adına, bu da hakkaniyet esasları içinde olur.)

Kıyılar ona buna verilince halkın kıyılardan yararlanma olanağı kalkar.

Durum böyle.

Bir otelin işgal ettiği kıyıdan denize girebilir misiniz?

Giremezsiniz. Girmeye kalkarsanız, otelin güvenlikçisi sizi yaka paça dışarı atar.

Eğri oturup, doğru konuşalım:

Bir. Otelci otelinin önünü işgal ediyor.

İki. Maliye işgal edilen alana ecrimisil tahakkuk ettiriyor.

Üç. Tahakkuk ettirilen kirayı otelci ödemiyor.

Dört. Biriken borç ( 400 işletme için) 17 milyon 623 bin YTL.   

Beş. Maliye bu 400 işletmeye “gelin taksitle ödeyin,” diyor. Otelciler yanaşmıyorlar.

Altı. Maliye kamu arazisini işgal ettiklerinden ceza davası açıyor.

Şimdi otelciler isyan ediyorlar. “Efendim,” diyorlar, “biz sahile şezlong atamayacağız, gölgelik yapamayacağız, kafe, bar hizmeti veremeyeceğiz. Bu turizme darbedir. Turistler sahilleri kullanamayacaklar. Biz kıyılara sahiplenmiyoruz, sadece geçici olarak kullanıyoruz.”

Hepsi doğru da, insana sormazlar mı “kimin malını kullanıyorsun?” diye.  

Ayşe hanımla, Mehmet bey çocuklarının ellerinden tutup sizin otelinizin önünden denize girebilirler mi?

Hani bir atasözü vardır. “şecaat arz ederken sirkatin söyler,” diye.

İşin büyük kabahati aslında sahilleri yıllardan beri peşkeş çekenlerde… Bilinmeyen bir şey değil bu. İşgal edenlere seslerini çıkarmıyorlardı. Hatta teşvik ediyorlardı. Yatırımcıları, işgalcileri alıştırdılar. Şimdi ne oldu da birden beyinlerinin çalışmayan sol noktasında bazı hücreler mi harekete geçti?

Ben otelcilere de hak veriyorum. Onca müşterisini şöyle rahatça nereden denize sokacaklar? (Müşteriler hizmet bekler.) Kıyıları kullansınlar, ecrimisili de ödesinler. Öyle beleş yok. Amma, kocaman bir amma, benim vatandaşım  için de otellerinin önünde bir bölümü ayırsınlar. Unutmasınlar, kıyılar halkındır.

Halka da otellerinin önünde, yanında her nerede ise uygun bir yer  bıraksınlar.

Kanun mu gerekir, genelge mi bilmem, bu sorun hem vatandaşlarımız ve hem de otelciler açısından bir an önce çözülmelidir.

Kent içi Plajları   

Deniz mevsimi başladı sayılır. Yarın, örneğin Konyaaltı plajlarına gideceksiniz, kıyılardaki işletmelerin şezlonglarını deniz kenarına attıklarını göreceksiniz. Halk için ayrılan ceplerde denize gireceksiniz.

O şezlonglarda uzanmak isterseniz, anormal ücret ödemek zorunda kalırsınız. Denize girmek için Mayısta pek zorluk çekmezsiniz. Halka ayrılan yerlerde şemsiyenizi açacak yer bulursunuz. İşletmeler kendi önlerindedir, hatta denizle şezlonglar arasında bile –şemsiye açmak hariç- yer bulursunuz. Haziran’ın yarısından sonra, o şezlonglar eğrelti otu gibi genişler de genişler, nerdeyse denizin içine bile girer, halka ayrılan  ceviz kabuğu gibi cepler de fındıklaşır, sonra bezelyeye döner. Kimse, hiçbir Allah kulu ses çıkaramaz, bir yetkili gelip de “yahu ne yapıyorsunuz?” diye işletmecilere sormaz.

İşletmeci kendine göre haklıdır, astronomik rakama orayı kiralamıştır.

Sosyal devlet, diye buna denir işte. Denizin vardır, denizden yararlanamazsın.

ŞU DUBAİ   

Bizim belediye reisleri niye Dubai’ye gider, bir türlü anlamam. Turizmimi görecekler, şehircilik mi görecekler? Görecekler de gelip Antalya’ya mı uygulayacaklar?

Bir defa, Dubai denilen memleketle, Antalya’nın ne coğrafi, ne sosyal, ne ekonomik ilgisi, benzerliği var. Orada görülen bu kente uygulanmaz. Ben de vaktiyle gittim gördüm. Çölün ortasında kayak merkezi bile var. Turisti çekmek için her şeyi yapmışlar, doğanın onlara lütfetmediği imkânlardan korkmayıp, insan eliyle imkânlar yaratmışlar. Bizim gibi imkânlarını kullanmanın beceriksizliği içine hapsolmamışlar.

Bizim reislerimiz Dubai’ye gideceklerine Rodos’u görseler yeter, kardeş şehirlerini (sadece Nürnbeg değil) görseler yeter. Görseler diyorum, bakıp da gelseler değil.

Ha, bir meraktan gittilerse reislerimize söyleyecek sözüm yok. Yani kişisel olarak.

O zaman yol masraflarının da kimin cebinden çıktığı  konu olur hani…

Ya!.. İşte Böyle!..    

Yayın Tarihi
11.07.2008
Bu makale 1608 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!