İki aydır Antalya’yı dinliyorum gözlerim açık.
Kulaklarım tırmanılıyor.
Çarklar bozulmuş, dişliler paslanmış.
Bazı kişilerin, bazı kuruluşların, hatta bazı meslektaşlarımın yağlamaları bile şangırtıyı, tangurtuyu azaltmıyor. İster ince yağ, ister on numara yağ kullan aşınmış, paslanmış çarklara, dişlilere fayda sağlamıyor.
Değiştirmek lâzım. Yenileri gerek.
Film Festivali
Halka sadece yarım saat ulaşabilen adı büyük, kendi güzel film festivali bile “ıhh” demiyor. (Halk için festival kortejle başlıyor, yarım saatlik kortejle bitiyor.) Bunu bana bir eczacı dostum söyledi. Antalya’ya özel festivalimiz, halkımızda altmış dört yaşındaki Jacqueline Bisset’yi Kaleiçi’nde dolaştırıp, hava atsak da Ricky bilmem kim gelecek diye avazımızı yırtsak da ufacık Belarus’a 2-0 yenilmemiz, bir buçuk milyonluk Estonya ile berabere kalmamız kadar ilgi uyandırmadı. Uyandıramazdı ağaların, beylerin eğlencesine dönüşünce.
Antkart
İki aydır gözlerim faltaşı, kulaklarım dik Antalya’yı dinliyorum:
Bıraktığım yerde duruyor.
Yine antkart baş köşede. Kartsız binerseniz dolmuşa, otobüse 1.75 lira ödüyorsunuz. Belediyenin halka kestiği “ceza bu,” diyorlar. Git o kağıt parçasına önce beş lira, on lira ver, otobüse, dolmuşa binmeden, inmeden peşin peşin yirmi kezlik mi olur, 30 kezlik mi olur –ağanın eli tutulmaz-toptan öde sonra cezasız 1.20 liraya gez dolaş. Buna “çağdaş uygulama” adını koymuşlar. Adınla bin yaşa! Benim bazı meslektaşlarım da bu çağdaşı pek sevmişler, yazılarında tekrarlayıp duruyorlar. Arkadaşlar, siz kimden yanasınız? Hani eleştirir gibi yapıp sisteme “çağdaşı” yapıştırarak yönetime gülücükler savuruyor, boyun mu kırıyorsunuz, yoksa bana mı öyle geliyor? Bir yandan da haklılar, diyorum; hiçbir işimiz çağdaş olmayınca kendi kendilere (hımm) “özlem” gideriyorlar. Ya da bir çağdaş uygulamanın ne olduğunu bilmiyorlar. Belki de o toptan ödemelere (kart doldurmaya) cebi yetmeyenlerin Kepez’den, Dokuma’dan, Sütçüler’den kente yayan yürüdüklerinden haberleri yok. Yazık bu millete.
Yahu benim canım, ciğerlerim, vatandaşın parası ile üç dört kişiyi zengin etmek hangi çağdaşlıkla bağdaşır? Bunun adına haraç demezler mi? Çağdaş bir sistem ise belediye kendisi bu işi yapamaz mıydı? “Şartmudur daa, birilerine şirket kurdurup halkı soydurmak.” O yirmi otuz kuruşluk kartları sen bastırıp, halka satsaydın, ille de çağdaş olacağım diyorsan. O zaman paralar belediyenin kasasına girerdi, üç dört (dördüncüsü hâlâ gizli) kişinin cebine değil. Belediye bu kadar aciz mi birkaç yüz makine getirtmekten, birkaç bin kart bastırmaktan?
Çağdaş!
Gözünün yağını yediğim Belediye! Her gün milyon liracıklar kasana girer, sonra o paralar halka yol, kaldırım, park olarak geri dönerdi.
Dönerdi değil mi?
Kuşkunuz mu var.
Allah encamımızı hayır etsin.
Hemen bana karşı çıkanları duyuyorum. “Yahu, o zaman ne dümenler dönerdi, haberin var mı senin,” der gibiler.
Hep kuşku içindeyiz. Şu yöneticimize, şu memurumuza bir türlü güvenemedik. Yani kişi kendini nasıl bilirse, diye boşuna söylememişler.
Allah bizi ıslah etsin.
Ben de ayaklarım ağrıdığından yayan on dakikalık yola 1.75’i her gün bayılıyorum. Bayılırken sakın ha ağzımdan baklaları çıkardığımı sanmayın. Benim yerime onu yapanlar pek çok. Diyebilirsiniz ki, senin basın kartın var, git beleş kartını çıkart. Yani o Antkart’a gideceğim, ben elli yıldır basın kartı taşıyorum, lütfen bana beleş kart verin, diyeceğim. Yok arkadaş benim basın kartımın şerefi var, öyle uyduruk yerlere gidip dilencilik yapamaz. Ha, ayağıma getirirlerse, “hakkım” olduğu için kabul ederim. 1.75 i öderim, kasaba boyun eğmem. Eski düzeni efendi efendi yeniden uygulamaya koymalılar, kartımı gösterir (üstelik Başbakanlığın verdiği bir karttır bu.) geçerim.
Yavuz Özcan Parkı
Gördünüz mü ikinci etap Yavuz Özcan Parkının halini. Bir kelime ile komik.
Belediye bir peyzaj şirketine işi vermiş. Onlarda çocukların bir deftere çizebildikleri kadar bir şeyler çiziktirip park yapmışlar. Samimi söylüyorum, 6 yaşındaki bir çocuğun eline kalem kağıt verin, hadi yavrum şuraya bir park çiz, deyin, daha iyisini becerirdi. O peyzajcılar, Kaleiçi’ndeki arka bahçelerden başka bir şey gördülerse Arap olayım. Koskoca alanı rezil etmişler, estetik diye bir şey yok. Birader, günümüz mimarisinde fayda ve estetik kol kola geziyor. Yapılanda ne halka yönelmiş bir fayda ne bir güzellik var.
Vah benim Antalya’m, kimlerin eline kaldın?
Park Etmek Serbestledi
Trafikçiler anlaşılan yorulmuşlar. Arap saçına dönen trafiği çözmek için trafik polisi değil, bir mucize gerek bu kente. Sabah gittiğiniz bir yoldan akşam dönemiyorsunuz. Kapalı.
Hani çok ülke gördüğüm söylenir, eh biraz doğrudur, Kahire’nin trafiği bile bizden güzel.
Bakınız dünyanın hiç bir kentinde ana cadde trafiğe kapatılıp da yayaya açılmaz. Hani Cumhuriyet meydanında olduğu gibi. Herhalde dünyada bu denli saçma bir uygulama görülmemiştir. Hani tramvay geçecek diye çift yollar teke indirildi ya. Bizim aklı güzeller, akıl, fikir fukaraları, akıllarına geleni, artısını eksisini düşünmeden yapıverirler. Onları da Allah ıslah etsin.
Şu hızlı tramvay, (pardon hafif raylı sistem diyecektim,) inşaatının kapattığı caddeler. Antalya’yı labirente döndürdü. Hadi caddeleri, sokakları kapatıyorsunuz, a Allahın kulları kapattığınız yollara birer levha koyunda millet nereye gideceğini bilsin. Çok mu zor bunları yapmak? Elbette zor değil de onu yapacak bir belediye lazım. Görürseniz bana da haber verin lütfen.
Trafikçiler yorulmuşlar anlaşılan, diye söze başlamıştım. Niyetim Konyaaltı caddesinde artık arabanızı park edeceğiniz müjdesini vermek içindi. Trafik buraya karışmıyor, istediğiniz yere park edin taa Yavuz Özcan Parkından Müzeye kadar. Serbest!.. Bazen ikili parklar da oluyor, onlar da serbest sayılır. İnsanın soracağı geliyor. Kardeşim Atatürk Parkın’a o koskoca araba parkı alanlarını (bir değil, iki değil) niye yaptın? O parklar boş duruyor, üstelik ücretsiz ve güvenli.
Ne dersiniz seçim var diye mi?
Bütün sokaklar park yeri. Hele şu Güllük Telekom’un arka sokağı. 121. sokak. Baştan aşağı, park yapılmaz, çekme işareti olan levhalarının bulunduğu sokak. Günün her saatinde ikişer, üçer sıralı arabaların park ettiğini görürsünüz. Eskiden trafik bu sokağa gelir, arabaları çekerdi. Şimdi serbest. O sokakta bulundan Makro’ya gelen kamyonlar da serbestliğe iyice alıştılar artık. Tıkamadıkları ne cadde kalıyor, ne yaya kaldırımı.
Alo trafik!
Pardon seçim var.
Cumhuriyet Meydanı
Yuttun mu Antalyalım, bak ne güzel havuz yaptık. Akşamları havuzda sular yarım saat müzikle renge renk dans ediyor. Bir parmak bal yala hadi Antalyalı.
O ayıp, havuzla mavuzla kapanmaz. Sen oradan Cumhuriyet Meydanı’nı genişleteceğim diye valilik binasını yık, yerine ne olduğu belli olmayan bir garabet inşa et. Altı turist otobüslerinin park yeri olacakmış. Tamam, anladık, iyi güzel. Nerede kaldı senin Cumhuriyet Meydanını genişletme lafın, projen? Yalan mı söylemiştin, bilemem. Aslında ne güzel olurdu, meydanı genişletmek, eğer aynı seviyede bir düzenleme yapsaydın, o mimari garabet yerine. Antalya’ya yaraşırdı. Yarın orada bir de kahve ya da lokanta açarsın; zaten yerini hazırlamışsın. Projede öyle bir şey yok, ama eş-dosta bir kıyak çekmek iyi olur.
Şimdi ben sormaz mıyım; olur olmaz yerlere battı-çıktılar yaptınız, neden Cumhuriyet Meydanına da aynısını uygulamadınız? Geçidin üstü de park olurdu, yani havuzunu yapardın, oturma sıralarını koyardın, meydan arzulanan gerekli düzeyde genişler, büyürdü. Trafik de allak bullak olmaz, ana caddeyi kapatmazdın. Biz de sizi alkışlardık. Şehircilik bilmeyen yöneticilerden, danışmanlardan bunları beklemek hayalcilik olur, biliyorum.
Bunları okuyunca, “hay Allah, ne kafa varmış bizde,” diye söylendiğinizi de duyar gibiyim.
Yatırım Yapanlar:
Bu kente yatırım yapanlar unutulmaz. Yaptıkları yatırım yüzünden de seçim kaybetmezler. Ancak yapılan yatırımlar eş-dost kayırmaya yönelik olunca, ya da hiçbir işe yaramazsa, ya da insanlara aylarca çile çektirirse millet bunları görür, bir daha da seçilemezsin.
Hasan Subaşı için “yatırımlarından seçimi kaybetti,” diye ucuz laflar edenler var. Şunu bilin ki Hasan Subaşı’nın yatırımlarını halk tuttu, sevdi. Cam Piramidimiz var, diye kasılıp duruyoruz. Subaşı’nın seçimi kaybetmesinin nedeni kendi tercihiydi. Bir hesabı vardı, kozunu oynadı, kaybetti. Eğer isteseydi bir partinin desteğine ihtiyacı olmadan bağımsız aday olarak bile seçimi kazanabilirdi. Halk seviyordu. Bunu herkes bilir.
Renkli ışıklı, müzikli havuz yaparak seçim kazanılmaz. Ben olsam, ilk iş bu güzel kenti karanlıktan kurtarırım. Antalya, yerli ve yabancılarca “karanlık kent” olarak anılıyor, haberiniz var mı?
Sonsöz:
Bu turizm kentinin birçok mahallesinde su üst katlara çıkmıyor. Tazyik yeterli değil. Hani övünüp durduğunuz bir ASAT var. Bir telefon edip nedenini bir soruverin, bakalım ne diyecekler? Son günlerde hidrofor satan, “birilerine yakın” bir firmanın ilanlarının arttığı söyleniyor. Dedikodudur, ben inanmam.
LENİN’İN HEYKELLERİ BÜYÜYOR
Küresel mali kriz her yanı sararken Marx yeniden akıllara düştü, para-sermaye ilişkisini ekonomistler tartışıp duruyorlar. Bankalar kurtarılıyor, devletleştiriliyor. İngiliz hükümeti dört büyük bankanın en büyük hissedarı oldu. Yani devleştirdi.
Bu mali kriz Türkiye’ye de yaradı, Ziraat Bankası ile Halk Bankası satılmaktan kurtuldu. Sevinebiliriz, elimizde iki tane milli bankamız var artık, garantili...
Max dört yanda konuşulurken Lenin unutuluyor. Lenin olmasaydı belki dünya Marx’tan haberdar bile olmayacaktı. Bilirsiniz Marx yirmi yıl geceleri nerdeyse aç susuz çalışarak Kapital’in birinci cildini tamamlar, tek güvendiği adam Engels’e gönderir. Engels dünyayı değiştirecek fikirleri hayranlıkla karşılar. Kitap basılır, sadece bin adet. Ekonomistler, eleştirmenler kitabın dilini çok ağır ve karışık bulurlar. Marx kitabın satışından büyük ümitler bekler, borçlarını ödeyecek, ailesinin bazı ihtiyaçlarını karşılayabilecektir, ama olmaz bin adet kitap dört yılda ancak tükenir. Tüm ümitlerinin yıkıldığı bir anda Rusya’dan bir el uzanır, “işte yeni dünya düzeni bu,” der. Uzanan el Lenin’in elidir. Marx kitabının ikinci üçüncü ciltlerini yazamadan ölür. Can dostu Engels, Marx’ın notlarından yararlanarak Kapital’in ikinci, üçüncü ciltlerini yazar. Artık Kapital dünyada en çok konuşulan kitaptır. Herhalde dünya bu üç adama bir teşekkür borçludur. Marx’ın teorisi olmasaydı, ondan korkmasaydı bu vahşi kapitalizm emeğe en ufak bir taviz vermezdi. Şimdi birbirlerini yiyorlar. Bizimkiler işin vahametinin daha farkında değil. Doları tutamıyor, her gün yükseliyor. Açık hızla artıyor, ödeme imkânlarımızın üstüne çıkıyor. Fiyatlar artıyor, cebimizdeki para ya da birikimimiz bu finansal kriz karşısında kar gibi eriyor. Allah İzlanda olmaktan korusun bizi.
Aman dikkat! Herkes… Memuru, işçisi, emeklisi, tüccarı, fabrikatörü tasarrufa. Yoksa gelecek günlerde acısını yine biz çekeceğiz. Ben Digitürk’ü iptalle işe başlıyorum.