Atatürk’ü bir kez gördüm

Ben, O’na “Mustafa,” diyemem. 
Bir ortaokullu ağabey, bilyelerini bana verdi. “Artık bilye oynamayacağım,” diyordu. 

Zil çaldı. Bağrışarak, gülüşerek, didişerek sınıfımıza girdik. Sıralarımıza geçtik. Bazılarımız daha sıra aralarında şaklabanlık ediyordu, mümessil Ayşe abla -16 yaşındaydı- onları azarlayarak sıralarına oturttu; biraz sonra öğretmenimiz Dürüye Öner sınıfa girdi, hepimiz her zaman olduğu gibi susuverdik. Ahşap okulumuzda sadece öğretmenimizin  ayak sesleri duyuluyordu. 
Hayret, bugün öğretmenimizin o güzel, pırıl pırıl yüzü gülmüyordu, hastamıydı? Çocuk kafalarımızdaki soruya yanıt ararken Dürüye öğretmenimiz kara tahtanın önünde öylece durmuş bize bakıyordu. Birden uzun kirpikli kara gözlerinin önünde iki damla ışıldadı. “Çocuklarım,” dedi, dudaklarından bir hıçkırık fırladı. Şaşırmıştık, birbirimize bakındık. Öğretmenimiz ağlıyordu. Yutkundu, kendini zor zapt ettiği belliydi. Bir kez daha “çocuklar,” dedi. Gözlerimiz açılmış, kulaklarımız, kalbimiz öğretmenimizin ne diyeceğine yoğunlaşmıştı. O bizim sevgili öğretmenimizdi, anamızdı, yuvamızdı. –Hâlâ gönlümde yaşıyor-   Yeniden dudakları kıpırdadı, kelimeleri sel gibi yüzümüze bırakıverdi. “Çocuklar, bugün ders yok, okul tatil, hadi uslu uslu evinize gidiniz.” Öğretmenimiz sözleri bitince bizlere bakmadan sınıftan çıkıverdi. Sus pus kalmıştık, ardından boş kapıya bakıyorduk, derken çocukluğumuz yeniden sınıfa doldu. Çantasını kapan, paltosunu giyen ahşap merdivenlere bağrışarak paldır kültür saldırdı. Mümessil Ayşe abla bağrışan çocukları susturmaya çalışıyordu.
(Bir not:Ankara Hacettepe’deki Dumlupınar İlkokuluna gidiyordum. Beş sınıflı bir okuldu, iki katlıydı. Okul, bir kişinin kollarının kavrayamayacağı dört direk üzerinde oturuyordu görünürde. İki katlıydı, alt kat kötü havalarda jimnastik salonu, yemek haneydi. O zamanlar Kızılay ilkokul çocuklarına öğle yemeği verirdi. Bugün o okul yok. Günahlısı Hacettepe Üniversitesi. O tarihi okulu yıkıp yerine elektrik santralı yaptılar. Okul, Tacettin Camii ile bahçe duvarı ile ayrılıyordu. Okulumuzun iki sınıfı da Tacettin camiine bitişik bugünkü Mehmet Akif müzesinde idi.)
Hacettepe’nin dar, taşları fırlamış sokaklarında koşmaya başladım, eve gidiyordum, okul bugün tatildi. Oyun oynayacaktım. 
Erzurum Mahallesi’nden geçerken gördüm ki ortaokul öğrencileri de tatil olmuşlar, Kurtuluş tren istasyonundan aşağı doğru geliyorlar. İki ortaokullu ağabey yanımdan geçerken, “çocuk dur bir dakika,” diyerek beni durdurdu. Elini cebine attı, bir torba çıkardı, “al bunlar senin olsun, artık bilye de oynamayacağım,” diye konuştu. Bilyelerini elime tutuşturdu, yürüyüp gitti. Koca torba bilyelerini bana vermişti. Torbanın bağcığını gevşettim, allı, mavili, yeşilli tonlarca bilye. Çok sevinmiştim;  tren raylarının üzerinde cambazlık yaptım.   Hiç bilyem olmamıştı. Mezarlığı geçtim, ortaokulun yanından Ozanlar sokağını tırmanmaya başladım.
Sokağımıza girdim, dört ev ilerideydi evimiz. (Adı Kısa sokaktı. Karşılıklı, tek katlı, ikişer katlı, bazıları cumbalı,  bahçeli evlerden oluşuyordu. Topu topu on iki ev. İmalatı Harbiye Fabrikasının (askeri fabrikalar) bir kısım ustalarının ve müdürlerinin evleri.)
Bir yanı kırık bahçe kapımızı iteledim, ama ileriye gidemedim,  sanki  sokağın tüm kadınları bizim bahçede toplanmışlardı. Hava o kadar soğuk değildi, Ankara pastırma yazının son günlerini yaşıyor olmalıydı. Annem ayağa kalktı, bana doğru geldi, ağlıyordu, gözlerini yemenisin ucuyla siliyordu. Komşu teyzelere baktım, onlar da ağlıyorlardı. Annem niye buradasın, diye sormuyordu. “Okul tatil edildi anne,” dedim. Hiç sesini çıkarmadı, eğildi, başımı göğsüne dayadı. Saçlarımı okşamaya başladı. “N’oldu, niye ağlıyorsun?” diye sordum. Çömeldi, gözlerime baktı. “Öğretmeniniz söylemedi mi?” Neyi söylememişti, bön bön yüzüne baktım. “Oğlum, Atatürk öldü. Babamız öldü.” diye annem hıçkırmaya başladı. Komşu teyzeler de hıçkırıyordu. Ben de ağlamaya başlamıştım. Ortaokullu ağabeyler gözümün önüne gelmişti; cebimden bilya torbasını çıkardım, sokağa doğru fırlattım. Oysaki benim hiç bilyem olmamıştı.   
                                                               *
 
Atatürk’ü Bir Kez Görebildim:                                                             

O gün 17 milyon ağlıyordu.
O gün Cumhuriyet olmanın sevdasına kapılmış 17 milyon ağlıyordu.
Dünya tarihinde hiçbir lider bu denli sevilmemiş, sayılamamıştı.
O gönüllerin sultanıydı.
Atatürk’ü bir kez görebildim.
Gazi Orman Çiftliğine trenle bir Pazar günü ailemle gitmiştik.  Teyzemler de vardı. Treni çok seviyordum, en çok bayıldığım istasyon memurunun bayrağını kaldırıp makiniste “tamam,” diye bağırmasıydı.  Bir gün önce kol börekleri, kuşüzümlü, fıstıklı zeytinyağlı dolmalar yapılmış, meyveler alınmış, semaver kurulmuştu. Yemeğe oturmadan teyzemin oğluyla biraz yaramazlık yapınca “hadi gidin biraz oynayın,” diye bizi kovmuşlardı. Ağaçların arasında dolaşırken etrafı tel çitle çevrili bir bahçeye girdik. Bahçe armut ağaçlarıyla doluydu. Kovulduk ya, çocuk aklımızla suçumuzu af ettirmek  için bizimkilere armut götürmeye karar verdik, ama bunu dillendirmemiştik, içimizde duyduğumuzdu. Mustafa –Teyzemin oğlu, benden üç yaş büyüktü.- bir ağaca çıktı, olgun Ankara armutlarını koparıp bana atıyordu. Ben de gömleğimin içine dolduruyordum, tabii bir yandan da yiyorduk. Bir ara yanımızda üç dört kişi belirdi. İçlerinden biri: “Utanmıyor musunuz hırsızlık yapmaya,” diye bizi azarladı. Dona kalmıştık. Mustafa ağaçtan indi. Adamın biri beni kolumdan yakalamıştı. “Kaç tane armut var gömleğinin içinde,” diye sordu. Bir yanıt vermedim. “Biz hırsız değiliz,” diye mırıldandığımı anımsıyorum. “Ya,” dedi, “kolumdan tutan adam, “babanızın malı mı burası?” Hiç unutmam, Mustafa atıldı: “evet babamızın malı.” Adam gülerek konuştu, “kimmiş bakalım babanız?”
Mustafa hemen yanıtladı: “Atatürk, Atatürk babamız.”
Adam kolumu bıraktı, “hadi gidin,” dedi. “Babanızın da olsa önce izin alın.”  Ben armutları gömleğimden çıkarmaya başladım. “Koy onları yerine, ben Atatürk’e söylerim, onlar iyi çocuklardı,” diye. “afiyetle yiyin!”
Koşarak kaçtık. Ailemizin yanına geldiğimizde kalbimiz küt küt atıyordu. Büyük bir suç işlemiştik, armutları çıkardık. Annemden, teyzemden okkalı azarlar işittik. Armutları alıp, bir kese kağıdına koydular, “bunları alıp o bahçeye geri götüreceksiniz,” dediler. Bahçede başımıza gelenleri bin yeminle anlatınca söylediklerinden vaz geçtiler.
Yemekler açılmış, çay demlenmiş, “bismillah,” çekilirken bizi yakalayan adam, adamlar yanımızda belirivermişti. Mustafa ile ben oturduğumuz yerde büzüştük. Eyvah, bizi şikâyete gelmişlerdi. Annem, babam, teyzem, kocası fırlayıp ayağa kalkmışlardı. Benim de ensemden annem yakalayıp ayağa kaldırdı, önüme bakıyordum. O adamla bizimkiler merhaba, nasılsınız, sağ ol paşam  gibi bir şeyler konuştular, sanırım babam, teyzemin kocası  askeri fabrikalarda çalıştıklarını da söylüyorlardı. Sonra o adam, Mustafa ile beni yanına çağırdı. Avucumuza madeni bir para koydu. Başımızı okşayıp gitti. Sonradan annem o adamın Atatürk olduğunu söyleyecekti. 
                                                              *
Ben O’na Mustafa Diyemem
 
Ben Mustafa Kemal Atatürk’e “Mustafa,” diye seslenemem. Onunla büyüdüm, onun yüzünü bir kere gördüm, ama onunla yaşadım hep. Binlerce resmi de olsa bendeki resmi o gördüğüm yüzdü. Onun her resmi karşısında kendimi hâlâ mahcup hissederim. Mahcubiyetim gittikçe artıyor.
O her yerdeydi: Evimizin duvarındaydı, Atatürk’ün Ankara’ya ilk gelişinde Dikmen’de seğmenlerin karşılayışını resmeden dayımın aralarında olmakla hayatında tek gururlandığı  tablodaydı Onun büyüklüğünün karşısında tüm dünya diz çökerken ona sadece “Mustafa,” diyemem.  Sınıfımıza girdiğimizde, hep bir ağızdan söylediğimiz “Türküm, doğruyum, çalışkanım” daydı O.” “Ey Türk gençliği” diye başlayan konuşmasındaydı. Annem beni ilk okula yazdırırken “oğlum büyüdü okula başlıyor, artık çarşaf giyemem, ” diyerek çarşafını yere fırlatıp giydiği mantodaydı. Öğretmenimiz Dürüye Öner’in şapkasındaydı. Annemin benimle birlikte öğrenmeye çalıştığı alfabedeydi. Anlayabildiğimiz şiirdeydi, öyküdeydi, dinleyebildiğimiz radyodaydı, büyüdüğüm Hacettepe’nin çarpuk çurpuk sokaklarından asfalt yollardaydı. İçtiğimiz sulardaydı, Kızılay’da yükselen binalardaydı. Minarelerden okunan Türkçe ezandaydı. Çağdaş medeniyete koşan Türkiye’nin taşında, toprağında, soluduğumuz havadaydı. Ben O’na “Mustafa”, diyemem. O’nu hâşâ Tanrı da yaparım, dilimde zikir de olur, avuçlarımı açıp “yolundayım,” diye yeminimi tekrarlamaktan gurur duyarım. O’na ben “Mustafa,” diyemem.  
Anıtkabir’de
Dolmabahçe’de  Dünyanın göçtüğü günden on beş yıl sonra  naaşı 10 Kasım 1953’de Etnografya Müzesinden alınıp Anıtkabire götürüldü. Tüm Ankaralı sokaktaydı. Tüm Türkiye radyonun başındaydı. Gözyaşları on beş yıl önceki gibi akıyordu. Tüm Türkiye yeniden o ilk günü yaşıyordu. Atatürk’ün naaşı 136 asteğmenin çektiği top arabasında  halkın “Tanrı uludur,” zikri, “esenlik üzerine olsun,” sözleri ile Anıtkabir’e götürüldü.  Cenaze namazı kılınırken de “Tanrı uludur,” denilmişti. Nerelere geldik?
( Cumhuriyet Akdeniz’den)

Yayın Tarihi
20.11.2009
Bu makale 2289 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Atatürk' ün cenaze namazı 19 Kasım 1938 sabahı saat sekizi on geçe Dolmabahçe Sarayı' nda kılındı. Cenaze her hangi bir camiye götürülmedi. İmamlığı o dönemin Diyanet işleri Başkanı Prof. Şerefeddin Yaltkaya yaptı. Namaz Allahu ekber yerine Türkçe "Tanrı uludur" sözleriyle başladı ve selâmlar Esselâmu aleykumyerine yine Türkçe olarak "Esenlik üzerinize olsun" şeklinde verildi. Tam dört dakika süren namazdan sonra tabut generaller tarafından sarayın avlusuna çıkartılıp top arabasına yerleştirildi. Bu yazıda yanlış bilgi verildiğini savunanlara itafen...

Gözde Gürer 30.11.2009

Yazının sonunda yanlış bilgi var; Atatürk'ün cenaze namazı hiçbir şekilde kılınmamıştır. Hiçbir kayıtta olmadığı gibi kılınmadığı kayda geçmiştir. Eğer hala "Tanrı Uludur" zikri ile ibadet edecek varsa alıkoyan yok.

Hakan YÖRÜK 25.11.2009

Ellerinize, yüreğinize sağlık üstad, gözyaşları içinde okudum . Ve ne kadar şanslısınız, O'nu gören gözünüz, duyan yüreğiniz sonsuz olsun. O'nun için hiç sahip olmadığı bilyelerden, malından, canından geçenlere ne mutlu. Sağlıcakla kalın.

Öznur TANAL 23.11.2009

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!