9 Eylül 1922 tarihinde güzel İzmir’in, Yunan işgalinden kurtarıldığı günlerdi. Doğal olarak tatlı bir yorgunluk vardı Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının üzerinde.
Kafile, görevini başarmış insanların mutluluğu içerisinde, İzmir’den, Ankara’ ya gidecekti. Trene binen herkes, doğruca istirahat edecekleri kompartımanlara çekildiler. Yorgundular. Anında derin bir uykuya daldılar.
Ertesi sabah uyandıklarında, yaverlerden biri, Mustafa Kemal’n kaldığı kompartımanın kapısını çaldı. Mustafa Kemal, yaverine girmesini söyledi. Yaver kapıyı açtığında, şaşırıp kaldı. Gece bir türlü uyuyamayan ve sabahın erken
saatinde kalkıp kravatını yıkayan Mustafa Kemal’le yüz yüze geldi. Vakit geçirmeden sordu:
“Hayrola, Paşam, bu ne hal, gece hiç uyumadınız herhalde, ne oldu, bir durum mu var?”
Oldukça yorgun ve bitkin durumdaki Mustafa Kemal, yavere şöyle cevap verdi:
“Ya çocuk, benim kaldığım kompartımana gece yastık ve battaniye koymayı unutmuşsunuz. Sabaha kadar kolumu yastık yaptım, ağrıdı, durdu. Setremi yastık yaptım, bu defa da üşüdüm, sonra da uyuyamadım, sabah erkenden kalktım.”
Yaveri, gayet üzgün bir biçimde çok sevdiği komutanına dönerek:
“Affedersiniz, Paşam. Keşke gece bizlere haber verseydiniz, Size hemen bir yastıkla battaniye bulur, anında getirirdik.” Deyince, Mustafa Kemal:
“Ben de geç fark ettim. Hepiniz de en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, ulusumun rahat uyumasıdır.”
YORUM
İşte, ulusunu, insanını, yurdunu karşılık beklemeden sevmek böyle bir duygudur. Mustafa Kemal, Türk ulusuna olan aidiyet duygusunu iliğinde kemiğinde taşıyan katıksız bir yurtseverdi. Gerektiğinde cephede karlar üzerinde yatmak,
gerektiğinde ulusu rahat uyusun diye kendi uykusundan vazgeçmek. Kim ya da kaç kişi, lider konumunda kaç kişi yapabilir bunu? Kim bu kadar özverili davranabilir? Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapan işte bu niteliğidir.
Konuya ilişkin bir örnek daha vermek istiyorum. Köy Enstitülerinin kurucusu olan eğitimci İsmail Hakkı Tonguç, hayatının hiçbir döneminde bir masabaşı adamı ya da evrak yöneticisi olmadığı için, devamlı hareket halindeydi.
Tonguç’un bu hızına alışık olmayan görevliler, onun okullarına ne zaman geleceğini kestirmekte zorlanıyorlardı. Tonguç, enstitü ziyaretlerinde, gürültülü geziler yapmıyor, özel hazırlıklar, temizlikler, karşılamalar, otokratik hükümet adamlarına özgü davranışlar
beklemiyordu. Sessizce gelmesi, hem ona ziyaret ettiği yerlerde olup bitenleri olduğu gibi görme olanağı sağlıyor, hem de işte çalışanların saygısını kazandırıyordu.
Aksu Köy Enstitüsü’nün kurucusu ve ilk müdürü olan Talat Ersoy’un Köy Enstitüsü tanıtım broşüründe Tonguç’un Aksu’ya bir gelişini anlatan bir yazısındaki betimlemeleri konusunda bir sorumuza verdiği yanıt, genel Müdür Tonguç’un
bu yurt gezilerinin çok bilinmeyen bir yanını anlatır bizlere:
“Tonguç’un gelir gelmez yaptığı tenkitlerden (eleştirilerden) sonraki saatlerde neler olduğunu yazamazdım. Nasıl olsa kimse anlayamayacaktı. Sabahın üç veya dördüne kadar konuştuk. Bütün şikayetlerimi (yakınmalarımı) dinliyor,
hepsine anında cevabını veriyordu. O zaman, manzaranın ancak küçücük bir parçasını görmekte olduğumu anladım. O günden sonra görevi bırakıp, Enstitüden ayrılma fikrini bir daha hiç düşünmedim. Konuşmamız bitince, Tonguç yola çıktı. Ne bir lokma yemek yemişti,
ne de uyumuştu. O zamandan beri, soyunmadan yorgun argın yatağıma düştükçe, hep içimden üzülürdüm. Çünkü o saatte onun da (Tonguç’un da) başka bir yerde çalıştığını adım gibi biliyordum.
Köy Enstitülerine kara çalanlar, onların ocağına incir dikenler, acaba yaşamlarının bir keresinde bir defa özveride bulunup, kişisel çıkar gözetmeden vatanın çıkarları, ulusun çıkarları doğrultusunda uykusuz kalmışlar mıdır?
Bu tip yurtsever insanlarımız çok olsaydı, ülke acaba bu konumda mı olurdu? Bugün geldiğimiz bu noktada bu kadar hıyaneti gördükten sonra sormadan edemiyorum.