MELTEM ESİNTİSİ

Özlemi Giderek Artan Enstitülü Yazar: Fakir Baykurt

 

11 Ekim 1999, Isparta Gönen Köy Enstitüsü mezunu köycü-toplumcu yazar  Tahir  Baykurt’un, sonradan aldığı yazın adıyla Fakir Baykurt’un aramızdan ayrıldığı gündür. Geriye dönüp baktığımızda zaman ne çabuk geçmiş, yirmi yıl olmuş diyoruz. Çok duyarlı br yurtseverin, cesur bir sendikacının, adanmış bir öğretmenin, çok yetenekli, çok ödüllü bir yazarın, örnek bir ağabeyin kaybına içtenlikle üzülüyoruz. Onu çok arıyoruz.

Onu, tanımış olmak, onun izinde, örgütlülük bilinci içinde Arifiye’de 69 öğretmen boykotuna katılmış olmak, ateşli konuşmalarını dinlemiş olmak, kendisiyle  birebir konuşmuş olmak, çok okuduğuna tanık olmak içimizi daha bir yakıyor, acıtıyor.      

Fakir Baykurt, Gönen Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarından biri olan, kendisinin dönem büyüğü olan babama, “Sakarya ağabey” derdi. O mücadeleci insan, yıllarca kelle koltukta TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) genel başkanlığı yapmış, öğretmen örgütlenmesini  yönetmiş, şubelerle yakın temasta bulunmuştu.

Babam da o dönemde Isparta’da TÖS Şube başkanı olarak görev yapıyor, davaya gücü oranında omuz veriyordu. Her ikisinin de işi zordu. Biri genel başkan olarak sağcı iktidarlar döneminde sürekli topun ağzındaydı. Diğeri Isparta gibi oldukça tutucu bir çevrede eğitim-öğretim ve öğretmen hakları için savaşım veriyordu. Üstelik Enstitüden sınıf arkadaşı Sadık Güneş, Demirel’in bacanağı idi ve Milli Eğitim Bakanlığını nerdeyse Isparta’dan yönetiyordu.  Astığı astık, kestiği kestikti. Bay Güneş, Enstitüde aldığı eğitimin tam tersini yaparak bir biçimde davaya ihanet ediyordu. Adanmış enstitülülerin başında tuz oğuyor, her türlü zorluğu çıkartıyordu. Beslendiği pınarı hor görüyordu.   

Tüm zorluklara karşın gerek Baykurt ağabey, gerekse babam Sakarya öğretmen, dayanışma içinde güçlüklere karşı koyuyor, korkusuz davranıyorlardı. Babamın öz erkek kardeşi yoktu, iki kızkardeşi vardı. Fakir ağabeyin ölümünü duyduğunda, erkek kardeşi ölmüş kadar üzülmüş, koskoca adam ağlamaklı olmuştu.

Türk yazınının gözde kalemi Fakir Baykurt’un ölüm haberine hepimiz üzülmüştük. Sanki bir büyüğümüzü, aileden birini kaybetmiştik. Sankisi yoktu, o Türkiye oylumunda büyük bir ailenin sevdiği, saydığı, örnek aldığı önemli bir vatan evladıydı. Çorak tarlada kendi kendine biten, çiçeğe meyveye duran, bire bin veren bir yediveren gülü idi. Kendi kendine emek vererek, çok okuyarak kendini yetiştirmiş, gerçek bir Anadolu aydını olmuştu.

Sevgili Baykurt ağabeyin yazar olarak, insan olarak değerlendirmesini yapmadan önce aramızda geçen bir iki olayı anlatarak yazıya devam etmek istiyorum.

Benim Burdurlu bir meslekdaşım var. Prof. Dr. Bekir Özer. İkimiz de Gazi mezunuyuz, yabancı dil öğretmeniyiz,  ama Bekir, sonradan akademik kariyer yaparak kendini geliştirdi, eğitim alanında profesör oldu.  Bucada yabancıdiller bölümünde sürgün yediğim için benim akademik ilerlemem sözkonusu olmadı,olamadı.     

Benim babam da, arkadaşım Bekir Özer’in babası da Isparta Gönen Köy Enstitüsü mezunu birer öğretmen. Enstitünün ilk mezunları. Aynı zamanda sınıf ve devre arkadaşları. Bekir de, ben de Türkçe ve Sosyal Bilimler derslerinde çok başarılı olmamıza karşın, başlangıçta yabancı dilimiz iyi değil. Burdur’da, Isparta’da kimi yıllar branş öğretmeni görmeden liseyi bitirmiş, diploma almışız. Yabancı dil konusunda iyi yetişmeden sosyal puanlarımızla Gazi’ye gitmişiz.

Gazi’nin yazılı sınavlarını öylece kazanmış, sözlü sınavlar için gün bekliyoruz. Babamlar, Fakir ağabey ile konuşup, İngilizce bölümünde tanıdık biri varsa sözlü sınavda yardımcı olup olamayacağını sormuşlar. Durumun farkında oldukları için Gazi’nin sözlü seçme sınavlarında işi tesadüfe bırakmak istememişler. Bekirin de benim de bu durumdan haberimiz yok. Fakir ağabeye, “İngilizce bölümünde sınav komisyonunda tanıdık biri var mı? Çocuklara  herhangi bir yardımı, katkısı olabilir mi?” diye sormuşlar.

Fakir ağabey, İngilizce bölümünün genç öğretmenlerinden Mehmet Turçin’i tanıdığını söyleyerek, konuşacağına dair söz vermiş. Rahmetli Fakir Baykurt, o zaman İngilizce bölümünün çömezlerinden (yenilerinden) olan, ama sonradan yaptığı çeviri çalışmaları ve kitap çalışmaları ile benim kendi payıma örnek aldığım, hatta ilahlaştırdığım ve kendisinden çok şeyler öğrendiğim Mehmet Turçin hocamıza sınav öncesinde bizden söz etmiş.

Mehmet Turçin hoca da sınav komisyonunda. Neyse sonuçlar belli oldu. Bekir de, ben de sınavı kendi çabalarımızla ve kör topal İngilizcelerimizle yatılı öğrenci olarak kazandık. Turçin Hoca, sonraki yıllarda İzmir Buca Yüksek Öğretmen Okulu’nda benimle yaptığı konuşmalardan birinde, Fakir Baykurt’un konuyu kendisine getirdiğini, ama bizim sınavı kendi çabalarımızla kazandığımızı, yardıma, desteğe ihtiyaç duymadığımızı söylemişti. Her ikisine de bugün tanrı ışıklarını eksik etmesin, toprakları bol olsun dileğinde bulunuyorum.   

Fakir ağabeyle sonradan tanıştık. Görüşmeye, konuşmaya ve yolda belde selamlaşmaya, hal hatır sormaya  başladık. Benim bugün de anımsadığım, bizzat tanık olduğum bir olay daha var. Bizler belediye otobüsü ile Gazi’ye giderken ya Bahçelievler üzerinden ya da Maltepe üzerinden Beşevler’e gider, oradan okula yürürdük.

Fakir ağabey, Maltepe de TÖS genel merkezinde gün boyu çalışır, akşam mesai sonrası Beşevler üzerinden Emek Mahallesi’ndeki  evine giderdi. Sık sık karşılaşırdık otobüste, dedim ya selamlaşır, hal hatır sorardık. Sormasına sorardık da, onu daha fazla meşgul etmezdik. Sürekli okuduğunu görür, zamanını çalmaya kıyamazdık. Bilirdik ki, yoğun koşuşturması içinde çok zamanı yoktu. Elinde mutlaka bir kitap ya da dergi olur, genelde otobüse yarı yoldan bindiği için yer bulamaz, ayakta durur, otobüsün kör ışığında bile durmadan okurdu. Soluksuz okur, okumaya doyamazdı. İnanın, dakikasını boşa geçirmezdi. Doğrusu kendisine gıpta ederdik. Köy Enstitüsü’nde öğrenci iken edindiği okuma alışkanlığını, öğretmen olunca da sürdürmüştü.

Asıl adı “Tahir” olan Fakir Baykurt, kesin olmamakla birlikte 15 Haziran (?) 1929 yılında Burdur iline bağlı Yeşilova ilçesi Akçaköy’de doğdu. Doğumuna ilişkin  yorumu kendince şöyle:

“1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortası gibi. Kendi göbeğini kendi keserek, çocuğunu doğurmuş, hiç dinlenmeden tarlaya geri dönmüş.”

Anne Elif(çe), Baba Veli (Kara Veli), yeni doğan oğullarına savaşta vurulup köye geri dönmeyen amcanın adını vermişler. “Tahir” diye ünnemeye başlamışlar. (ünnemek, göller yöresinde, “çağırmak, adlandırmak, seslenmek) anlamında kullanılır. Böyle anlatmak iyi güzel de, herkesin kendine göre bir anlatımı var. Herkes çiklet çiğniyor, ama Osman bey gibi caklatmasını bilmiyor.  Bakın Fakir Baykurt, nasıl doğduğunu, ne zaman doğduğunu, kendi doyulmaz anlatımı ile nasıl güzel paylaşıyor bizlerle:

Dünyaya ne zaman geldim? Önce bunu belirteyim. Zararı yok, öykülerim biraz sırasal olsun. Anam, “Arpalar yolunurken…’ derdi. Hangi ay, hangi gün? İnsanlar doğum günlerini kendisi yazmaz. Ana babası söyler. Okur yazar ise, yazar bir yere. Bu gibiler için sorun yok. Ana babası okur yazar olmayan ne yapsın? İlçedeki kütüğe yıllar sonra yazılır onlar. Ölen kardeşin yerine sayılan da olur. Öleni sildirip doğanı yazdırmak zordur. İlçemiz Yeşilova uzak, ilimiz Burdur daha uzak. Posta, telefon, telgraf, bir yazım memuru yok.

 

Kimliğimde 1929 yazılı. Yıllar yılı olağan saydım bunu. Okuduğum okullarda, sorguya çekildiğim yerlerde, yattığım cezaevlerinde bakardım, arkadaşlarımın doğumları da yalnızca yılıyla yazılıydı.

Elli yaşımda yurt dışında dolaşırken resmi kağıtlara yazılmak için doğum günüm soruldu. 1929. “Arpalar yolunurken!” Bunlar bilgisayara verildiği için, ayı günü de istediler. “Yok!” dedim inanmadılar.

Akçaköy’de arpalar Haziranda yolunur. Kendi kendime, “Haziran desem ne çıkar?” dediğim oldu. Ama belki öyle, belki değil. Anam yanlış mı söyleyecek:

“Gazi ağabeyinle aranız iki yıl! Zekiye senden iki yaş küçük. Hep ikişer yıldır aranız..”

Baştan ikimiz ölmüş. Kalanlar altıyız. Babam Yemen’e gitmeden bir evlenmiş. Dudu’ymuş adı. Geçim olmamış. Mahkeme yıllarca sürmüş. “İki yılda dönerim..” diye gidip l4 yılda dönmüş. Yemen, Balkan, Cihan, bizim köylülerin “Seferberlik” diye adlandırdığı Kurtuluş Savaşı.. Birbirini izlemiş. Anamla evlenmesi sonra. Dudu’dan çocuğu yok. Kara Aliler’in Elif, Dütçeler’in Kara Veli’ye uğur getirmiş. Doğum günleri belli olmasa da, sekiz çocuktan altısının yaşaması, köyün yoksulluk koşullarında başarı.

Anımsıyorum, bir yıl göz ağrısı salgını geldi, aylarca çıkmadı evimizden. On birimde sıtmaya tutuldum, altı yıl sürdü, ancak Köy Enstitüsü’nde iyileştim. Bunlar benim hastalıklı bir çocuk olmamdan değil, bakımsızlıktan. Genel olarak çok hastalanıyorduk.

Komşular takılmadan duramazdı:

“Ne olacak? Arpalar yolunurken doğan bu kadar olur!”

Sorardım anama: “Arpa tarlasında mı doğdum?”

“Sancı tarlada geldi! Dişimi sıkıp eve yetiştim!”

Kardeşlerimin doğumunu birbirine karıştırırdı. Benimkini de karıştırıyor olamaz mı?

“Niçin karıştırayım; arpalar yolunurken doğdun işte!”

Uzun süre tarlada doğduğumu sanmıştım. Böyle olmadığını anlattı: “Sancı artınca yürüdüm eve. Kendi başıma geldim. Seni doğurdum, gittim tarlaya gene!” Sözü kendi üstünde tutmak istemezdi: “Doğmak iş değil, yaşamak iş! Bu da bütünüyle senin elinde değil. Bana baksana, kimden kötüydüm şu köyde? Yoksulluğun, hem de hasta bir kocanın elinde yaşadım mı sayacaksın şimdi beni? Daha yolun başındayken aklınızı başınıza toplayın..”

Öğütlerini bitirdi mi, yıldızlara geçerdi:

“Gerçi inanmıyorsunuz, ama her insanın bir yıldızı olur. Kendi doğunca, yukarıda o da belirir. Elbet seninki de belirdi. Ama kimbilir hangisi? Kaç bin yıldız var gökte? Hele Akçaköy’ün üstü maşallah çil çil yıldız dolu! Acaba hangisi Tahir’imin yıldızı? diye çok bakındım. Doğar doğmaz bakmalıymış! Acıdan sancıdan nasıl bakacaksın! Hem de gündüz nerde gökte yıldız?”

“Benimki Akçaköy’ün üstünde mi acaba?”

“Elbet Akçaköy’ün üstünde! Nereye gidersen git, burda saklanır, bir yerde seni bekler. Geldin mi gene çıkar. Sen bu dünyadan göçünceye kadar durur orda. Sen göçtün mü, o da göçer. İnsanın yıldızı böyledir. Neden anlatıyorum şimdi bunu? Hele biraz yaşa. Biraz dolaş, yıldızın dursun yerinde..”

“Arpalar yolunurken doğduğum kesin böylece!”

“Kesin kesin! O zamanlar orak yoktu, elle yolardık. Arpalar yolunurken doğduğun kesin..”

Şimdi bunları yazmam, doğum günüm olmayışına üzülmemden değil. Doğum günü kutlamaya da meraklı değilim. Almanya’da eşiyle çocuğuyla bir buçuk milyon yurttaşım var. Çoğunun doğum günü, ayı yok. Demek ulusal bir yoksunluk bu! Almanlar kendileri kronometreyle doğduğu için bize şaşıyor:

“Hiç doğum günsüz insan olur mu?”

Biraz da kızıyorlar. Çünkü doldurulan belgeye doğum günü ayıyla, yılıyla tam yazılmadı mı, bilgisayar işlemiyor. Berlin’de Senato’ya kadar gitti konu. Karar çıkardılar, doğum günsüz Türklerin hepsi, l Ocak doğumlu kabul edildi.

Hayır; karlı buzlu ocak ayında değil, l929 yılının Haziran sıcaklarında, arpalar yolunurken, Akçaköy’ün yüksek gökleri altında açtım gözlerimi dünyaya. Doğuran yalan mı söyleyecek? Anam söyledi: Haziran ortası, 15.6.1929!

Babam da savaşlarda ölüp kalan kardeşinin adını koymuş: “Öldü Tahir, doğdu Tahir! Bu oğlumun adı da Tahir oluversin!” demiş.(*)

Küçük Tahir, yedi yaşına basınca (1936 yılında) köyündeki İlkokula başlar. İki yıl sonra babasını kaybeder. Dayısı, alır yeğenini, Aydın iline bağlı Burhaniye köyüne götürür, orada dayısının denetiminde dokumacılık yapmaya başlar. Aklı fikri okumaktadır oysa.

Bu arada 2. Dünya Savaşı başlar ve dayı, askere alınır. Tahir çocuk, Akçaköy’e döner ve yeniden okula devam eder. 1942 yılının bir iyi bir de kötü yanı vardır. Önce ağır bir sıtma geçirir, aynı dönemde küçük çapta şiirler de yazmaya başlar. Kendi çapında, bildiği kadarıyla.

Sonra Enstitü yılları başlar. Gönen Köy Enstitüsü yılları, kendini okumaya verdiği, su gibi kitap okuduğu yıllardır.  Öğrencilik döneminde özellikle Türkçe'ye çevrilen klasikleri okur. Hani şu dönemin eğitim bakanı “Hasan Ali Yücel’in ak kitapları” olarak anılan yerli ve yabancı klasikleri okur. Okumaya doyamaz. Onun bu özelliği enstitüdeki öğretmenlerin de dikkatini çeker. Okul kitaplığının yönetimine, başkanlığına getirilir. Bu onun arayıp da bulamadığı bir durumdur. Enstitü kitaplığında kitap kokusuna alışır, daha çok okuma şansına sahip olur. Yazı ile daha çok ilgilenmeye, kendini daha iyi ifade etmeye başlar.   

Fakir Baykurt, Gönen Köy Enstitüsü’ndeki öğrencilik dönemini, cennet-cehennem olarak ikiye ayırmakta, “ilk üç yılım cennet, son iki yılım cehennem” şeklinde yorumlamaktadır.

Onun okuldaki son yılları tek partili dönemin dönüşüm geçirdiği, halkçı düşüncenin değil, egemenlerin giderek daha çok söz sahibi olduğu döneme rastlar.  

Doğal olarak, okuyan, toplum sorunlarına duyarlı sorgulayıcı öğrencilerin tepkici tavırları yeni yönetimler tarafından hoş karşılanmaz. Her fırsatta cezalandırma yoluna  gidilir. Anlaşmazlıklar, soruşturmalar, kovuşturmalar, dolaplarda yasak kitap aramaları, cezalandırmalar başlar. Kısacası sorunlar dönemidir, yaşanan. Yanlışa sessiz kalmaması ve tepkici tavırları yüzünden, O da  da payına düşeni alır. 

 

Yayın Tarihi
22.10.2019
Bu makale 1403 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!