doğru ve düzgünse yol
otobüs de doğru gider
tiren de...
değerli kılan da
kendisidir insanı
değersizleştiren de...
H.E.
İlginç bir insanmış, değil mi; geçen hafta kendisinden söz ettiğim ilk öğretmenim? Kim miydi o? Aksu Köy Enstitüsü mezunu köylümüz İhsan Özel… Soyadı bunun için verilmiş gibi sanki, gerçekten de ‘özel bir insan’ ve ‘özel bir öğretmen’di o! Niçin mi?
Sözgelişi siz öğretmen olsanız; hısımınız, akrabanız, komşunuz, dahası hiçbir özel yakınlığınız olmayan bir ailenin, henüz okul çağına gelmemiş ama okul heveslisi bir çocuğunu sırf iyilik olsun diye almak ister misiniz okulunuza? Üstelik kendi köyünüzde beş sınıfın tek öğretmeni olarak görevliyseniz? Ve dahası 18-20 yaşlarındaysanız henüz! Ne zorunuz var ki! Yapmazsınız böyle bir delilik, değil mi?
Neden bilmem, bilemem; aldı beni okuluna İhsan Öğretmen! Anımsarsınız sanırım. Birkaç gün gittikten sonra, numaram ve adım okunmuyor diye sabahki yoklamada, gitmez olmuştum ya bir daha. Doğrusu ya, bizler o öğretmenin yerinde olsak, “Çocuk, ne olacak. Geçti hevesi işte!” der, aldırmaz, üzerinde durmazdık hiç; değil mi?
Bir gün okul bahçesinde yaşıtlarıyla oynarken görseniz pencereden, dersinizi yarım bırakır da kapıya gelip adıyla çağırarak neden okula gelmediğini sormazsınız elbette. Niçin soracaksınız ki? Kayıtlı bir öğrenci değil ki o! Tamam, tamam da İhsan Öğretmen neden böyle normal olanı değil de tersini yaptı? Niçin laf olsun diye bir de numara verdi ona? Ve sırf o mutlu olsun diye her sabah onun da numara ve adını okumayı niçin unutmadı hiç?
Haydi, şu ya da bu nedenle böyle yapmış diyelim. Pekiyi, birinci ve ikinci arada karne vermeyince bana, koşturup arkasından, “Bana karne vermediniz!” deyince, güzel sözlerle kırmadan, incitmeden nasıl da üzülmemi önleyip gönlümü aldı benim!
Ve ders yılı sonunda yine karne verilmeyince bana, güzel sözlerle kandırıldığımı anlayıp nedenini sormadım bu kez. Üzgün, kızgın ve öğretmenime dargın olarak ayrıldım okuldan. “Sınıfı geçtin mi?” diye soranlara:
“Bilmiyorum, karne vermedi bana çünkü öğretmen. Ama sınıfı geçmemişsem, bir daha gitmem ben bu okula!” diye isyanımı ilan ettim herkese. Ayrıca daha önceleri nerde görsem, koşar giderdim de yanına, hazırola geçip başımı eğerek saygıyla selamlarken öğretmenimi, o günden sonra görmezden gelerek hep belli ettim; ona kırgınlığımı
Gerek bu tutumum, gerekse kulağına ulaşan isyankâr sözlerime aldırmayıp,
“Çocuktur, bugün söyler, yarın unutur. Dert etmeye değmez.” diyeceğine:
“Haklı çocuk. Evet, okula kayıtsız gelip gitti ama en az ikinci sınıfa geçen arkadaşları
kadar başarılıydı o da.” demek için bir mecburiyeti mi vardı? Ama o, babama;
“Akseki’den nüfus cüzdanını çıkart gel de kaydedelim okula. Böylece önümüzdeki ders yılı ikinci sınıfa başlasın Erkan.” demek inceliğini gösterdi.
Çok güzel, çok güzel bir sonuç bu benim için! İyi de nasıl ve niçin böyle düşünebildi; bu genç öğretmen? Böylesine ince düşünüp sormamıştım; bu soruyu kendisine. Sorsam ne derdi acaba? Kendinizi onun yerine koysanız, siz ne derdiniz?
Böyle yapmasa ne kaybı olurdu onun? Bugünkü gibi cep telefonu, internet vardı da duyuracak mıydım sanki, güya bana yapılan haksızlığı tüm ülkeye! Ama o, öyle yaparak para pul kazanmadıysa da kalbini kazandı bir çocuğun.
Kalp kırmak çok kolaydır; ya kazanmak!..
Kalp kıranlar ilk anda fark etmezlerse de kendi kalplerini de kırmış olurlar bilmeden. Kalp kırmakta ustalaşanlar, bunu bir üstünlük sanıp övünç duyarlar ki, acırım hep onlara ben.
1967’de askerlik görevimi yapmak istedim. Yedek subay olarak sınıfımı belirleyecek sınava İzmir’de girmem gerekiyordu. İstanbul ve Ankara’dan sonra ülkemizin en büyük üçüncü kentini de görmek nasip oldu böylece. Sınav bittikten bir hafta sonra belli olacaktı sonuçlar. İzmir’e dek gelmişken, uzun zamandır görmediğim Turgutlu’da yaşayan sevgili öğretmenimi ziyaret etmem gerekmez miydi? Gidip saygıyla öptüm ellerinden. O günlerden sonra da Ankara Muhabere Yedek Subay Okulu, Ağrı, Keşan, İstanbul derken bir daha görüşmek kısmet olmadı.
Ancak mektupla, telefonla ilettim hep, sevgi ve saygılarımı. 1990’lı yılların başlarında kendisiyle ilgili anılarımı ulusal bir gazetede okumaktan mutluluk duyduğunu bildirmişti. Yaşamı boyunca hep güzelliklerle çınlattığım gibi kulaklarını, öteki dünyaya göçtükten sonra da aynı duygularla andım hep kendisini.
Anlaşılıyor ki buradan, küçük görmemeli hiçbir çocuğu. Bir büyüğün saygısı yoksa eğer bir çocuğa, bir gence, saygıyı hak etmeyen bir insandır; o bence.
Bunca sözden sonra ilk öğretmenimin onu çok özel yapan sırrını anlamışsanız eğer, ne olur, onu bana da söyleyin lütfen!
---------------------------------------------
NOT: Girişteki şiirde tiren sözcüğünü özellikle böyle yazdım. Türkçe, söylendiği gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir dil olduğuna göre niçin yazmayacakmışım?