Büyük ozan Can Yücel, yaşadığı dönemde yazdığı şiirlerde isim vermeden kimi devlet büyüklerine “Hepiniz .ötsünüz” dediği gerekçesi ile mahkemeye verilir. Yargıçın karşısına palas pandıras çıkartılan Can Yücel, her zamanki umursamaz tavrıyla içeri girer ve savunmasına biraz da argo ifadeler barındıran bir fıkra anlatarak başlar:
Efendim, kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağ köyünde adamın biri çok kötü hastalanır. Köylüleri güç bela hastayı kasabadaki tek sağlık ocağına, orada bulunan tek doktora götürürler. Doktor, hastayı muayene eder. Kendisine “fitil” verir ve köylülere, köye döndüklerinde günde iki defa hastaya fitili anüsten vermelerini söyler. Köylüler “Tamam doktor bey” diyip köye giderler. Köydeki herkese sorarlar, en bilgeleri bile; ne yazık ki, anüs’ün ne olduğunu, neresi olduğunu, fitilin nereden verileceğini bilmemektedir. Bu nedenle hastaya bir türlü ilacı veremezler. Durumu gitgide kötüleşen hasta, çaresiz beklemektedir. Bunun üzerine umarsız kalan köylü, doktora, bir kez daha telefon edip ilacı nereye sokacaklarını öğrenmeye karar verirler. Ne var ki kimse, doktorla konuşmaya cesaret edemez. Hangi cesaretli köylü doktoru arayıp, anüsün neresi olduğunu soracaktır? Neyse durumun önemini kavrayan köy muhtarı, doktoru bir kez daha aramayı kabul eder. Bütün köylü muhtarın evinde toplanır, evdeki tek telefondan muhtar doktoru arar, “Biz, verdiğin ilacı ne yapacağımzı bilemedik, doktor bey” der. Karşı taraftan doktor, muhtara bir şeyler anlatır, Telefonu kapatınca köylüler, doktorun ne dediğini sorarlar. Herkes büyük merak içindedir. Muhtar, köylülere dönerek, “Doktor, ilacı makattan verin, dedi” der. Yine tüm köye, ileri gelenlere sorarlar, komşu köylere birilerini yollayıp sordururlar, ama “makat”ın ne olduğunu da bilen çıkmaz. Hastanın durumu iyice kötüleşmektedir. Ateşler, ağrılar içinde kıvranan hasta, neredeyse öldü ölecek hale gelir.
Bu kez köyün ihtiyar meclisi toplanır. Son çare olarak, doktorun bir kez daha aranmasına ve makatın ne olduğunun öğrenilmesine karar verilir. Yine kimse telefonda doktorla konuşmaya cesaret edemez. Sonunda allem ederler, kallem ederler ve köylülerden birini kandırıp, ahizeyi adamın eline tutuştururlar. Doktorla konuşma konusunda isteksiz olan köylü, telefonun başına geçer. “Rahatsız ediyoruz diye çok kızacak doktor çok! Bundan adım gibi eminim” der. Sonunda telefonu açar ve durumu anlatır, doktor telefonun öbür tarafında bir şeyler söyleyince, köylü renkten renge girer. Telefonun ahizesini yavaşça indirip, yerine koyduktan sonra, yüzü gerçekten allak bullak olmuş bir biçimde, merakla bekleyen köylülere döner ve “Ben size çok kızacak doktor, dememiş miydim, adam, fitili hastanın .ötüne sokun, .ötüne.” Diye bağırdı bana.
Yargıç, anlatılan fıkraya gülsün mü gülmesin mi diye düşünürken, Can Yücel, yanında getirdiği ve elinde tuttuğu Türk Dil Kurumu sözlüğünü açarak savunmasına şöyle devam eder:
“Yargıç Bey, sözlükte “P” harfine bakalım, dilimizde “.opo” diye bir sözcük var mı? Bakın, yok. Peki şimdi de “K” harfine bakalım. “.ıç” var mı? Hayır, o da yok.
Bir de “G” harfine bakalım. “.öt” var mı? Evet, “.öt” sözcüğü Türk Dil Kurumu sözlüğünde var. Bakın” diyerek, ilgili bölümü yargıça gösterir. Demek ki, sayın yargıç, bu memlekette herkes “.öt”e “.öt” diyor! Benimde yaptığım budur. ” der ve dava sonunda beraat ettirilir.
Derdimiz argo, ya da küfür içeren kimi sözcüklerle karşınıza çıkmak değil elbette.
Köy ve köylüyle, geniş halk kesimleriyle onların anlayacağı dilden konuşmazsanız, terminoloji ile (terimlerle) aranıza sürekli mesafe koyarsanız, uçurumu daraltıp mesafeyi azaltmak yerine sürekli açarsanız, insanları küçümser, onlara hava atmaya kalkar, sürekli ahkam keser, tepeden bakarsanız, onlardan daha çoook oy beklersiniz. Süleyman Demirel’i yıllarca iktidarda tutan onun halkın dilinden konuşması, nabzını sürekli elinde tutması değil miydi?
Ziyaret ettiğiniz köy evlerinde ayakkabınızı çıkartıp girmek yerine üzerine galoş giyip, bakın aramızda sınıf farkı var demeye getirirseniz, yolda arabasını durdurup, ilk eve giren ve insanların fakirhanelerine konuk olanlar, onların çorbalarına ortak olanlar tabii ki iktidar olmaya devam edeceklerdir. Aydın aydınlığını bilecek, halkın seviyesine inecek, kardeşim. Halka tepeden bakmayacak. Neyse onu söyleyecek, ama usturubuyla, anlaşılır biçimde söyleyecek. İkna edecek. İnandırıcı olacak. Örnek olacak. Sonra iktidar umacak. Yanlış mı?