Çanakkale’yi hurafelerle, gerçek dışı yalan dolan öykülerle anlatanlar, anlatımlarını yaparlarken, kendi uyduruklarını dile getirmkele kalmıyor, daha önceleri değişik yerlderde geçen, mitolojik öykülerden ve halk msallarındanda yararlanıyorlar. Zaman Zemin değiştirerek, isinm değiştirerek bunu yapıyorlar.
Bölgeyi gezen ve samimi inanç sahibi insanlara, her söylenene inanan, gerçek sanan iyi niyetli ama cahil insanslara yanlış gerçek dışı bilgiler aktarılarak, daha çok ağlatmaya, daha çok duygu dsömürüüs yapmaya yönelik davranışlar sergiliyorlar. Çanakkale’ye kadar gidip te ağlamadan dönen insan, kendini Çanakkale’yi gördüm saymıyor. Gerçek yerine acıdan, hüzünden, besleniyorlar.
Atış serbest, isteyen, istediği sayıda hurafe uydurup, serv,s edebiliyor. Kontrol ve denetim yok.
"Nöbetteki Asker" başlıklı öykü, öyküyü de uyduruan insanın itiraf ettiği gibi, bir hurafe.
Sözüöona, Çanakkale Savaşları sırasında Anafartalar’da nöbet tutan bir askerin inanılmaz öyküsü.
Savaş mevzilerinde nöbet görevi yapan askerlerden birisi, nöbet tuttuğu yerden çıkıp, kısa süreliğine abdest bozmak üzere bir çam ağacının arkasına geçiyor. Mevziler bir birine çok yakın. Karşı mevzide bulunan bir İngiliz askeri askerin yerini değiştirdiğini fark ediyor. Tam nişan alıp ateş edeceği sırada, bizim asker bir çam fidanına dönüşüyor. İngiliz askeri, nöbet tuttuğu yerde ayağa kalkıp tekrar tekrar bakıyor, bizim askerin olduğu yere ve her seferinde şaşırıyor. Ne zaman nişan almaya ve ateş etmeye kalkışsa, askerimiz yeniden çam fidanına dönüşüyor.
Şaşkın İngiliz, bulunduğu yeri terk ederek, “My God! My God” (Tanrım, aman Tanrım) diye bağırarak, ortaya çıkıyor. Bizim mevzide bulunan ve bu olayı gören askerler, İngilize ateş etmiyorlar. Zavallı İngiliz, bağıra bağıra kaybolup gidiyor. İngilize ne olduğunu gören bilen yok. Abdest bozmaya giden asker, biraz sonra, hiç bir şeyden habersiz biçimde mevzisine geri dönüyor ve nöbetine kaldığı yerden devam ediyor.
Mitolojide Apollon ve Defne hikayesi vardır. Side kralı ve “nar” bitkisine dönüşen kızının öyküsü vardır. Bu uyduruk öykünün onlardan esinlenilerek uydurulmadığını kim iddia edebilir? Birebir aynı olmasa bile aralarında benzerlik yok mudur?
*
Bir başka uyduruk için daha hazır mısınız?
Conkbayırı’nda bulunan mevzilerden birinin içinde, topuğundan yaralanan bir askerimiz, çaresiz biçimde ölümü beklerken, bir mucize oluyor, karşısındaki çalılara yeşil kanatlı (niye yeşil kanatlı bilinmiyor.) bir kuş konuyor.
Kuş yaralı askere bakıyor, bakıyor. Az sonra bir çığlık atıp, oradan uzaklaşıyor. Birkaç dakika sonra, bir sürü yeşil kanatlı kuş, askerimizin üstünde uçmaya başlıyor. Bir sürü halinde uçmakta olan kuşlar, tamda yaralı askerin üstüne geldiklerinde alçalıp, askerin yanına yumuşak bir biçimde bir azık torbası bırakıyorlar. Asker, torbayı açınca, içinden peynir, ekmek gibi yiyeceklerle beraber, yaralarını sarması için de sargı bezleri,merhem ve ilaçlar çıkıyor.
Yiyecekleri yiyen, ilaçları kullanan asker, yaralı ayağını sararak, ölümden kurtuluyor. Bütün bu işler olup bitene kadar , bir ağacın dalında oturan yeşil kanatlı kuş, onu gözlüyor ve herhangi bir yanlış yapmasına izin vermiyor. Görevinin tamamlanmasının ardından yeşil kanatlı kuş, askerin başı üstünde birkaç tur atıp unu selamladıktan sonra, başka bir askere yardımcı olmak üzere bir başka yöne doğru uçup gözden kayboluyor. Bu kuş gibi binlerce kuş sayesinde savaş kazanılıyor. Askerler yiyecek buluyor, yaraları iyileşiyor.
“Dile benden ne dilersen” diyen ve dileği anında yerime getiren masallara, masal kahramanlarına ne kadar da benziyor değil mi?
Bir başka uyduruk öykü daha.
Bu tip öyküleri daha inandırıcı kılmak adına, savaşa katılan bir gazi ile yapılan bir röportajda anlatılmaktadır diye bir gerekçe ya da alıntı uyduruluyor. Son gazilerin bile bu uyduruk öykülerden çok önce aramızdan ayrıldıkları unutuluyor, insanlarımız saf yerine konuyor.
Güya, Gelibolu'da savaşan bir asker bunu anlatmış:
Bir asker, gece yarısı 2-4 nöbetine çıkmış. Nöbet sırasında yaşlı, bembeyaz elbiseli bir teyze askere yaklaşmış ve “oğlum sen git, temizlen, ben senin yerine sen gelene kadar aksatmadan nöbet tutarım” demiş. Askerin elindeki silahı alıp, nöbet yerinde dimdik durmaya başlamış.
Uykusuzluk ve yorgunlu nedeniyle, önce hiç bir şey fark etmeyen asker, temizlenmek üzere koğuşa geldiğinde, birden aklı başına gelmiş. “Burası cephe, yol yok, iz yok. O yaşlı teyze, karanlıkta tek başına buraya kadar nasıl geldi? Nereden geldi, Ne için geldi?” gibi sorular sordu.
Başına gelen bu garip olayı uyanık olan koğuş arkadaşına da anlattıktan sonra yıkanmak için bitişikteki banyoya gitti.
Tam bu sırada şeytan dürttü, askerin nöbetinde olup olmadığını kontrol etmek için bölük komutanı kontrole çıktı, askeri yerinde göremedi, kulübeye yaklaşınca silahın yerde değil, havada durduğunu gördü, silahtan başka hiç bir şey görünmüyordu. Silahı almaya çalıştı ama, beceremedi. Kendi silahını çıkartıp, tüfeğin olduğu yere doğru iki el ateş etti. Tüfek yere düştü. Nöbetçi askeri arattırdı, koğuşta bulunamayan asker, banyoda ölü bulundu. Cesedi incelenince, üzerinde iki kurşun yarası olduğu görüldü.
(Çok tanrılı dönemde insanlara yardımcı olan Zeus ve Hermes öykülerinden tutun da pek çok yardımsever ak sakallıya kadar böylesi öykü dinlemişizdir, ya da anlatmışızdır, değil mi?
Burada yardımcı olan erkek değil, yaşlı bir kadın. E o kadar da değişikli olsun artık.
*
Cephedeki askerlerimizden birisi, su matarasında kalan son damla suyla, abdest alarak, namaz kılmaya, temizlenmeye kara veriyor. Besmelesini çekip abdest almayı bitiriyor. Mataradaki suyun bitmediğini farkediyor. Susuzluğunu gidermek üzere matarayı ağzına dayayıp, doyana kadar içiyor. Ayağa kalktığında, matarasının boşalmadığını, tam tersine ağzına kadar dolu olduğunu görüyor.
Tanrıya şükrediyor. Savaş koşullarını göz önüne almadan, kendini emniyete almadan yürümeye başlıyor. Düşman askerlerinden birisi onu fark ediyor. Anında ateş edip, askerimizi alnından vuruyor. Yere düşen ve şehit olan askerimizin elindeki ağzı açık matara yere düşüyor.
Mataranın içindeki sular bir çeşmenin kurnasından akar gibi gürül gürül akmaya başlıyor. Tamda orada bir çeşme oluşuyor. Şehit olan askerimiz anında görünmez oluyor. Ama çeşme yerinde duruyor. Ve hala akmaya devam ediyor.
Yetmedi ise, biraz daha devam edelim.
Sonraları bölgeyi ziyarete gelen biri, Çanakkale’de şehit olan bir askerimizin felçli olan kardeşi, savaş alanlarını gezerken bu çeşmeden su içiyor. Birden bire ayaklarında bir canlanma olduğunu hissediyor. Yanındakilere, arabasını iteleyen akrabalarına durumu anlatıyor. Bir tas daha su içiyor. İki saat sonra, tekerlekli sandalyeden kalkıp koşmaya başlıyor. Askerimizin şehit düştüğü ve matarasının aktığı yerde oluşan çeşmeden çıkan suyun, çok şifalı olduğu yapılan testlerden sonra anlaşılıyor.
Bu çeşmeden alınıp, bidonlara doldurulup , götürülen suyu içen çok sayıda felçli insanın düzeldiği, yürüdüğü hatta koştuğu, bastonlarını attığı söyleniyor. Bu gün, Conk Bayırı’nda (Çanakbayırında) bulunan bu çeşmenin suyu, insanlara şifa dağıtmaya devam ediyor. Matarasını şişesini dolduran doldurana. Önünde inanılmaz kuyruklar oluşuyor. Tanrı dert verip derman aratmasın demiş, yarından tezi yok, bir çok insan böyle bir çeşmeyi aramaya koyulmaz mı? Yaratıcılıkta sınır yok değil mi?
Benzerlik arıyorsanız, "Anadolu" sözcüğünün kökenine ilişkin anlatılan ve Kızılcahamam da bir köylü kadınla ilişkilendirilen ve ayranı bitmeyen bakraç öyküsünü okuyabilirsiniz.
(Ama bir benzerlik daha var.Yolunuz Bergama’ya dünyanın ilk tıp fakültesine, ilk araştırma hastanesine, asklepion'a yolunuz düşerse, benzeri öykülerin anlatıldığını, şifa bulup bastonlarını atanları, duyarsınız.) İnanmak inanmamak size kalmış.