Yıllar ne kadar da çabuk geçiyor. Aramızdan ayrılalı tam iki yıl olmuş. Dile kolay. Kimden mi söz ediyorum. Eski Kültür müdürümüz Rahmetli Musa Seyirci’den. Öğretmen kökenli Seyirci, okumanın, araştırmanın zevkini daha öğrencilik yıllarında tatmış, Anadolu’yu, Anadolu insanını ve Anadolu kültürünü yakından tanımayı ve tanıtmayı kendisine iş edinmiş, özellikle Yörükleri, onların yaşamlarını ve geleneklerini araştırıp yazmaktan asla geri durmamış, yüksünmemiş katıksız bir Anadolu aydını idi. Yazdıkları ile, kitapları ile yaşadığı ve görev yaptığı bölgeyi çok iyi özümsediğini göstermiştir. Daha verimli olacağı, Türk Kültürü (ekini) adına değişik ürünler vermeye devam edeceği bir çağda aramızdan ayrılması hepimiz için bir talihsizlik olmuştur. Bizi teselli eden tek nokta, arkasında iyi işler bırakarak gitmiş olmasıdır.
Ölüm yıldönümünde Değerli arkadaşımız Musa Seyirci’nin ışıklar içinde yatmasını diliyoruz. Anısı önünde saygıyla eğilirken, yazılarından birini alıntılıyoruz. Kendisi, aynı zamanda Kültür Müdürü olarak çalıştığı dönemde ilk kez Antalya Kent Bülteni’ni organize eden ve yayımlayan kişidir. “Koruma Kültürü” başlıklı bu alıntı yazı, Rahmetli Seyirci’nin adı geçen bültende yer alan yazılarından biridir.
Yazıyı aynen alıyorum. Daha sonra bu yazı üzerine kendi görüş ve düşüncelerimi de yazdığım yazıyı da ekleyeceğim. Saygılarımla.
Şimdi öncelikle onun bu yazısını okuyayarak başlayalım:
“ İsa’dan Sonra 455-526 arasında yaşayan Romalı bir vali olan Theodorik, imparatoruna yazdığı bir mektupta; “Korumak, yaratmak kadar önemlidir. Biz ciddi olarak Roma surlarının iyi bir durumda olmasını arzuluyoruz. Topların düşmesiyle yıkılan yerlerin üzerlerini kapatarak ve kiremitlerle örterek korunabilir ve böylece eserlerine ölümsüz gençlik verdiğimiz eski hükümdarların teşekkürlerini hak ederiz.”
Aynı Theodorik mektubunu şöyle sürdürüyor; ” Biz şehirlerimizin güzelliğini artırmak için didinirken, bize eski devirlerden miras kalmış eserlerin yıkılması için yapılan girişimler son derece üzücüdür.”
Günümüzden bin beş yüz yıl önce yaşayan Theodorik’in bu bilinci, bugün Avrupa kentlerinin ayakta kalmasını, tarihle barışık şekilde yaşamasını sağlamıştır.
“Koruma” eskilerin deyimiyle “muhafaza etmek” bir başka deyimle;
yeni bir nesnenin, objenin, bir alanın, bir kentin özgünlüğünü
soysuzlaştırmadan muhafaza ederek, geleceğe taşımaktır.”
Theodorik gibi zaman zaman dünyadaki bazı bilginler, şehirciler, yöneticiler korumadan söz ediyorlar. Örneğin İstanbul’un Fatihi, Sultan Mehmet; “Bizansın mozayikleri benim incilerimdir.” diyor. Ancak, bilinçli korumacılık Fransız devriminden sonra ve Batıdaki aydınlanma düşüncesiyle birlikte başlamıştır.
İlk Koruma Kurulu 1830 yılında Fransa’da kuruluyor. Aynı ülke, belli bir plan ve disiplinle sürdürdüğü korumacılık sayesinde 1960’larda “saptama belgeleme” işlerini bitirerek, kentlerin restoresine (yenileştirilmesine) başlıyor.
Bugün Batı kentlerinin tarihi bin yılı geçmez. Bütün güzelliği ile ayakta duran Moskova’nın tarihi sekiz yüz elli yıl. Aspendos’ta “Eğer harekete geçmezsek, ortak geçmişimizin bir çok kalıntısı tehlike altındadır.” diye bize korumacılık dersi veren ve çok ta güzel bir konuşma yapan Hillary Clinton’un ABD’indeki kentlerin en erken tarihi iki yüz elli yıldır. Oysa bizde kentlerin tarihi on bin yıllara ulaşır. İlk kentin kurulduğu Çatalhöyük’te bu tarih daha da aşağılara
inmektedir.
Türkiye’deki eserlerin yurt dışına gitmesi için Osmanlı Sultanları’ndan onay çıkartan batılı sefirlere karşı canını ortaya koyan Osman Hamdi (İlk müzeci) duyarlılığını, 1920’de ilk Meclis’in açılışı üzerinden daha iki hafta geçmeden ve bağımsızlık henüz belli bile değilken, eski eserler için birim kurduran Mustafa Kemal’in “Kuvay-ı Milliye” ruhunu yeniden canlandırmalıyız ve dünya uygarlık tarihinin beşiği olan ülkemizde 2000’lerin öncelikli gündemi “kültürel mirası” korumak olmalı.
Korumacılığı ülkemizde bir avuç aydın ve Kültür Bakanlığı’nın özverili ve sayısı sınırlı uzmanları yapıyor.
Avrupa Birliği’nin kapısına dayandığımız şu günlerde, gelişmiş ülkelerin içerisinde onurlu bir ulus olarak yer almanın yolu, kültürel mirasımıza ve tüm birikimlerimize sahip çıkmaktan geçiyor. Korumacı insanların sayısını artırmalıyız, bir avuç insanın eline bırakmamalıyız. Neredeyse tüm ulus korumacı olmalı.
Bunun için Hillary Hanımefendi’nin de belirttiği gibi, işe çocuklardan, gençlerden başlamalıyız. ”İnsan yaratıcılığına ve sevgisine dayalı bir tarih bilinciyle ” okullarda “koruma” dersleri konulmalı, İtalya’da olduğu gibi gençlere ”bu eser senin koru” sorumluluğunu vererek işin içine çekmeliyiz. Son yılların en gözde kurumları Sivil Toplum Örgütleri koruma kültürüyle donatılmalı. Hatta her il, ilçe, belde ve köylerde koruma amaçlı dernekler, vakıflar kurulmalı.
Bunun güzel bir örneğini Alanya’nın yerel yöneticileri ve aydınları el ele vererek ”Akdeniz Kültürleri Araştırmaları Derneği”ni geçtiğimiz aylarda kurarak gerçekleştirdiler. Derneğin amacı Alanya’nın kültürel mirasına sahip çıkması ve onarmasıdır.
“Geleceğin kenti, tarihiyle barışık kent olacaktır.” bu kentleri kurmanın, yaşatmanın yolu özetle “aydınlanmacı düşünceden” geleceğimizin güvencesi gençleri eğitmekten, sahiplenmek bilincini vermekten geçiyor. Yoksa yaşadığımız bu soylu topraklarda kötü bir kiracı olmaktan öteye geçemeyiz.
Unutulmamalıdır ki, geçmişlerini iyi tanıyıp, koruyamayanlar geleceklerini sağlıklı planlayamazlar.
Bu yazı üzerine ben de etkilenmiş ve “ANADOLU KÜLTÜRÜNÜN KORUNMASINA DAİR” başlıklı yazıyı kaleme almışım.
ANADOLU KÜLTÜRÜNÜN KORUNMASINA DAİR
Antalya Kültür Sanat Bülteninin Şubat 2000 sayısında bir Türk aydınının Antalya İl Kültür Müdürü Sayın Musa Seyirci’nin “Koruma Kültürü” üzerine kaleme aldığı yazısını okuduktan sonra, yazmak geldi içimden. Ben, konu üzerinde kendi görüş ve düşüncelerimi söylemeden önce Musa Seyirci dostumuzun (çevresindekilere hep “dostum” diye hitap ederdi.) yazısını bir kez daha ilginizi çekeceğini umarak, ya da yazıyı okuma fırsatını elde edemediğinizi düşünerek bir kez daha alıntılamak istiyorum, Sayın Kültür Müdürümüz yazısında şöyle diyor:
Buraya yukarıda okuduğunuz koyu renk yazı ile yazılmış alıntı yazıyı koymuşum ve ve “Sayın Musa Seyirci’nin yazısı burada sona eriyor” diyerek devam etmiş ve kendi görüş ve düşüncelerimi şöyle açıklamışım:
Musa Seyirci’nin her biri birer imbikten damla damla süzülmüş yukardaki görüş ve düşüncelerine aydın birer Türk rehberi olarak, Türkiye’yi yerli yabancı gezginlere tanıtmak için önemli bir misyon üstlenmiş insanlar olarak katılmamak mümkün mü?
”Bizansın Mozayikleri benim incilerimdir.” diyebilecek bir kültür seviyesine ulaşmış bir Fatih Sultan Mehmet’in neslinden gelmesine rağmen, aradan daha çok zaman geçmeden ve çağ ve yenileşme hareketleri geriye doğru değil, ileriye doğru akarken, Alman Mühendis Karl Humann’ın Bergama Akropolündeki kazıları yapmak için Osmanlı Sultanı Abdülhamit’e izin talebinde bulunduğunda, “Altın bulursan benim, taş bulursan senin.” diyebilecek kadar bilinçsiz Osmanlı Padişahlarına ne demeli?
Bütün düşüncesi Bergama Sunağı’nı söküp gemilerle Almanya’ya götürmek olan alman mühendis Karl Humann’ın ülkesinde aldığı eğitim ve bilinç ile Lalalar ulemalar elinde el bebek gül bebek büyütülen Osmanlı padişahlarının bilinçsizliğine ve eğitim eksikliğine ne demeli? Padişahları mı, yoksa onları yetiştiren hocaları mı topun ağzına koymalı? Ülkenin değerlerini koruma görevi öncelikle o ülkenin sahibi olduğunu sanan saraylıların,elitlerin görevi değil midir? Bu ne menem anlamsız bir davranıştır? Bu ne bilinçsizliktir? Böyle duyarsızlık görülmüş müdür?
Bir toplumun toprakaltı ve toprak üstü değerlerini kaynaklarını sömürmek üzere, tarihi eserlerini tespit edip kendi ülkelerine kaçırmak üzere o ülkelere gerçek veya gizli görevlerle gönderilen insanların, Truva kentini bilimsel şekilde kazmak yerine daha sonraki heyetlerin çalışmalarını bile zora sokacak şekilde hiçbir titizlik göstermeden ve sadece hazine bulmak amacını güderek kazan Schiliman gibi insanlara dur diyecek insanların bulunmaması, eğitim eksikliği ve bilinç eksikliği değil de nedir?
Eğitim, kültür, sanat ve müze işleri ile uğraşanların ve yetkililerin bu konularda düşünmeleri ve çocukları gençleri, bu toplumun insanlarını kültürel varlıklarına sahip çıkacak düzeye getirmeleri zamanı çoktan geldi de geçiyor bile.
Gerçek bir kültür adamı olan Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) Dünyanın Yedi Harikasından biri olan antik Halikarnasos’taki (Bodrum’daki) Kral Mausolos’un mezarını söküp, İngiltere’de British Museum’da sergileyen yetkililere yazdığı mektuplar, Mausoleum’un ait olduğu topraklara iade edilmesi için yaptığı girişimler ve girişimlerin sonuçsuz kalması kimlerin duyarsızlığı acaba?
Paha biçilemeyen eserler yurt dışına kaçırılırken, sesini çıkartma. Üstüne ölü toprağı örtülmüş gibi davran. Sonra iş işten geçtikten
sonra çaresiz şekilde onları geri getirtmek için çaba harca. Olacak iş mi bu?
Koskoca bir anıtsal mezardan sadece mezar yerinin ve kaideyi oluşturan taşların kalması ve güzelim kabartmalardan sadece 50X70 ebatında küçük bir rölyef parçasının Bodrum Müzesi’nde sergilenir durumda olması, kimin ayıbı, kimin vurdumduymazlığı, umursamazlığı ya da aymazlığı acaba?
Eserin tamamı bulunduğu yerde restore edilip korunabilseydi, acaba bugün ülkemize gelen ya da Bodrum’u (Halikarnasos) ziyaret eden insan sayısı artmaz mıydı, ülkenin ekonomisine, ülkenin turizmine katkıları bugünkünden daha fazla olmaz mıydı?
Sidon (Sayda) Kazıları esnasında gün yüzüne çıkartılan ve şu an için İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin en güzide eserini oluşturan ünlü Büyük İskender Lahti’nin Alman İmparatoru İkinci Wilhelm’e, Osmanlı İmparatoru tarafından hediye edilmesi önerisini getiren Alman elçisinin isteğini Osmanlı Padişahı tam yerine getirmek üzereyken, kendini ortaya atan ünlü müzeci Osman Hamdi Bey, “Beni öldürmeden, bu eseri gönderemezsiniz. Önce beni lahtin önüne yatırın. Lahti üzerimden geçirin. Öldüğümden emin olmadıkça da, lahti kimseye vermeyin.” demeseydi, belki bugün bu güzide eser de, İstanbul Arkeoloji Müzesi yerine Alman müzelerinden birini süslüyor olacaktı. Osman Hamdi’nin taşıdığı bu toplumcu bilincin, bu duyarlılığın tüm toplum katmanlarında yaygınlaştırılması gerekmiyor mu? Yurttaşlık bilincine yönelik eğitim bunu gerektirmiyor mu?
Bu konuda kime görev düşüyorsa ivedilikle yapması gerekmiyor mu?
Birinci Dünya Savaşı sırasında Antalya’yı işgal eden İtalyanlar, Perge harabelerinde buldukları eserleri İtalya’ya götürmek üzereyken, onlara mani olan, acilen çıkarttığı bir yazı ile İtalyanların ellerinde bulundurdukları tarihi eserlere el koyan ve Antalya Müzesi’nin Kurucu Müdürü Süleyman Fikri Erten deki vatanseverlik bilinci, ülkesinin eserlerini, ait olduğu, yaşadığı toprağın tarihi değerlerini koruma bilinci nasıl oluşmuştu? Nihayet o da bizden biriydi. Neydi ondaki koruma, sahiplenme duygusunu oluşturan etmen. İncelenmesi ve yaygınlaştırılması gereken husus bu.
Bir yandan ülkeyi düşmandan temizlemeye çalışırken, diğer yandan ülkenin eski eserlerini korumayı da görev bilen ve gerekli kararları bir an bile düşünmeden çıkartan bir ulusal kahramanın Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konudaki bilinci göz ardı edilebilir mi? Bu insanlar ulusal değerleri koruma konusunda kendilerini nasıl yetiştirdiler acaba? Kurtuluş Savaşı’nın daha ilk günlerinde daha ne olacağı hiç belli değilken, Eğitim Şurası toplayan, eğitime ve kültüre ve bilime büyük veren Atatürk, Antalya’ya geldiğinde, Aspendos tiyatrosunu ziyareti sırasında söylediği ve bugün tiyatronun girişinde yazılı olan “Eski eserleri restore ettiriniz ve halka açınız.” derken bu bilinci nerden edinmişti? Tanrı vergisi miydi, yoksa bilinçli bir kişilik oluşturma mı? Tabii ki ikincisi.
İstanbul’da Türk İslam Eserleri Müzesi’nde ve Konya Mevlana Müzesi’nde sergilenen her biri birbirinden kıymetli paha biçilmez değerdeki Anadolu Selçuklu halılarını Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camisinin tabanından alıp yenileri ile değiştirmek bahanesi ile ve çöp niyetine caminin dışına atan zihniyetin cahilliğine mi yanarsınız, onların paha biçilemez değerini anında tespit edip, envanterini çıkartıp belli bir plan ve programla ortaya çıkmayan sorumsuz sorumluları mı suçlarsınız bilemem. Ama tesadüfen orada bulunan ve paha biçilemeyen ve bir eşini daha elde etmenin artık mümkün olmadığı Selçuklu halılarının atıldığını tespit eden vatansever müzeci Mehmet Önder olmasaydı, belki de bugün bu güzelim koleksiyon çürümüş ya da bir özel koleksiyonerin elinde kıymetlenmiş olacaktı. Ve biz adı geçen müzelere gruplarımızla gittiğimizde gruplarımıza bir Türk olarak gururla sunabileceğimiz bir halk sanatının örneklerini göstermekten mahrum olacaktık. Türk kültürünün bu güzide örneklerini tüm dünya tanıma olanağını elde edemeyecekti.
Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Antalya Müzesinin girişindeki yarım Herkül heykeli, üst yarısı çalınıp Amerika’ya götürülmeseydi, bugün tamam durumda sergilenecekti. Ya da bir başka deyişle gazeteci yazar Özgen Acar gibi bir Türk aydını konuyu araştırıp gün yüzüne çıkarmasaydı, parçanın yarısının Amerika’ya götürüldüğünden haberimiz bile olmayacaktı belki de. Özgen Acar’ı bu işe zorlayan mı oldu? Onun kendini yetiştirmesi ve konu ile ilgili bilinçli yazıları ve girişimleri sayesinde değil midir ki, Antalya Müzesi’ne, daha önce ülkeden kaçırılıp Amerika’ya götürülen “Girlandlı Lahitler” ve Elmalı hazineleri iade edildi ve bugün Antalya Arkeoloji Müzesi’ni ve Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin galerilerinden birini süslüyorlar ve gezenlerin hayranlığını topluyorlar.
“Uygarlıklar Beşiği” diye övündüğümüz ve her karış toprağı tarihi eserlerle dolu, her yerinden tarih fışkıran ülkemizin en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün bireylerinin ülkenin tarihi değerlerini koruma konusunda eğitilmesi bir ulusal görevdir. Bu anababaların olduğu kadar, öğretmenlerin, akademisyenlerin ve aydınların da görevidir.
Bu topraklar üstünde yaşayan herkes bir Osman Hamdi, bir Cevat Şakir, bir Fikri Erten, bir Osman Bayatlı, bir Mehmet Önder, bir Özgen Acar ve son örneğiyle de bir Musa Seyirci olmayı peşinen kabul etmelidir.
Bu bölgeyi önemli yapanlar arasında Arif Müfit Mansel ve Jale İnan başta gelmektedir. Onları Kılıç Kökten takip etmektedir.
Kenan Erim gibi bütün ömrünü kültür için tüketmiş, Ekrem Akurgal gibi nefes alıp verdiği her anı kültürün hizmetine vermiş, ülkenin taşını toprağını çiğnemiş ve tozunu toprağını yutmuş, bir Fahri Işık gibi ranta karşı kelle koltukta Patara Meydan Savaşı veren, bir Nevzat Çelik gibi kültürle sanatı birleştiren, yeni yorumlar getiren ve bize yeni bir Myra (Demre) armağan eden, antik yazıları asıllarından okuyarak yalın gerçeği kanıtlı belgeli gösteren Sencer Şahin gibi kültür ve bilim insanlarımızın sayısının artması hepimizin ortak dileği.
Böylesi vatansever insanların yetiştirilmesi de hepimizin öncelikli görevi. Özellikle öğretmenlerin bu tip bilinçli ve uzman insanların yetiştirilmesi konusunda çok duyarlı olmaları gerekmektedir.
Her konuda olduğu gibi, bu konuda da her birimiz yeni bir Mustafa Kemal olmak zorundayız. Bu bilincin yerleşmesi için de, her ilde bir Musa Seyirci’nin olması, ya da Musa Seyirci gibi insanların sayısının artması gerekmektedir. Veya bir başka deyişle koruma kültürüne sahip bir kültür müdürüne, bir Musa Seyirci’ye sahip olmak Antalya’nın şansı olmuştur. Musa Seyirci gibi duyarlı insanlar çöl ortasında açmış birer çiçek olarak kalsın istemiyoruz. Biliyoruz ki, biz ne kadar duyarlı olursak olalım, bir çiçek ile bahar gelmiyor.
Koruma bilinci gelişmiş, ülkesinin kültürel değerlerine sahip çıkan yöneticilere diğer kentlerin de sahip olmasını söyleyelim ve yazımızı bir dilekle bitirelim.
Hepimize ülkenin kültür kuvvetlerinin isimsiz neferleri olmak ve onları son nefesimizi verene kadar korumak görevi düşüyor, eğer kendimizi kültürel bazda donanımlı bir hale getirmeyi başarabilmiş, bilinçli ve toplumuna karşı sorumlu bir vatandaş olmayı başarabilmişsek. Tarihi eserlerin taş olmadığını anlayan, değerini bilmek yerine, onlardan bizde çok var deyip küçümseyen nesiller yerine ve onları kutsal emanetler olarak seven, koruyan kuşakların ülkenin geleceğine egemen olduğu günlerin yakın olması temennisiyle hoşça kalın. Koruma bilinciniz hep olsun.
Bitirirken, rahmetli Seyirci’ye bir kez daha ışıklar içinde yatmasını dileyelim. Bilmeli ki, aydınlık yüzüyle, insancıllığı ve sevecenliği ile içimizi ısıtmaya devam ediyor.
MUSA SEYİRCİ DEYİNCE
İçinin aydınlığı hep yüzüne vururdu,
Olaylara bakışı hep Yunusça doğru,
Yorumu Mevlana gibi bilgece olurdu.
Sadece soyadı “Seyirci “ idi,
Kendisi hiç seyirci olmadı,
çevresindeki olaylara.
Hep bir öğretmen yanı vardı,
Deneyler, gözlemler yapardı.
Yüreği vatan kadardı.
Hep Anadolu, Anadolu diye atardı.
“Dost” sözü, inanın bana dostlar
En çok onun ağzına yakışırdı,
Bir çok vasfı vardı
çalışkandı, akıllıydı, donanımlıydı
abartısız, sapına kadar insandı.
Genişti bilgi dağarcığı,
Okurdu, yazardı.
Bir Anadolu aydını olarak
Gerçeğin peşinde gezer,
Üşenmez emeğine,
İşin hep aslını arar, sorardı.
Geldi çattı, amansız ölüm,
Onu aramızdan zamansız aldı,
Dostun yapacağı daha çok iş,
paylaşılacak çok şeyi vardı.
Eşi dostu arkadaşları yalnız,
Ve Dünya, asasız ve Musasız kaldı.