Amaç: Birlikte çalışacağı insanları anında gözlerinden tanıyan, onları görev bilinci konusunda motive etmesini çok iyi bilen, çalışan çabalayan insanlardan desteğini esirgemeyen, davranışları ile ekibine örnek olan Hasan Ali Yücel gibi Bakanlar ölmez ki!
Özü insan sevgisine ve özveriye dayanan, Bakanın bir cümlesiyle görev kabul eden, bir çok maddi olanağı elinin tersiyle iten Doktor Bedia gibi yurtseverler ölmez ki! Böylesi seçilmiş insanlar, vadeleri yetse ve aramızdan bedenen ayrılsalar bile, yaptıklarıyla unutulmazlar ki!
Kuruluş aşamasında Aksu ve taşın altına elini koyanlar
Hüseyin Çimrin (sivil tarihçi) :
Aksu Köy Enstitüsü, 1940 yılında ilk defa Antalya kentinin 17 kilometre doğusunda, ”Karanlık Sokak” denilen yerde (Aksu), 1936 yılında devlet halk işbirliği ile yapılan ilkokulun (Macun İlkokulu) daha sonra idare (yönetim) binası olarak da kullanılan tek katlı yapısında “Eğitmen ve Köy Enstitüsü Müdürlüğü” olarak faaliyete geçmiştir.
Aynı yıl açılan bir proje yarışması sonucunda yarışmayı kazanan yüksek mimar Asım Mutlu’nun çizimleri doğrultusunda okulun diğer yapıları da yapı öğretmenlerinin yönetiminde, usta öğreticilerin de katkılarıyla tamamiyle öğrencilerin emek ve gayretleri ile inşa edilmişlerdir. Zamanla sayıları artan ve daha işlevsel hale gelen yapıların hiçbiri mütaahhite (yükleniciye) yaptırılmamıştır. Bunun nedeni, uygulama ile öğrenme olduğu kadar, az para ile çok iş çıkartarak tasarruf etme, milletin zaten kısıtlı olan olanaklarını yerinde kullanma düşüncesi idi.
Diğer köy enstitülerinde de olduğu gibi Aksu’da da derslikler, yatakhaneler, atölyeler, işlikler, lojmanlar, hamam, çamaşırhane ve ahırlar, kümesler ve benzeri tüm yapılar, bir ana bina içinde ya da yakınında toplanma yönüne gidilmemiş, yapılar bir kampus (yerleşke) anlayışı içinde ve yerleşme planlarına uygun bir biçimde daha geniş, daha dağınık bir alana serpiştirilmişlerdir. Bunun da amacı, yeni köy yerleşimlerine örnek teşkil etmek ve ilerde de eğitim amacı dışında yapıların bir başka amaç için kullanılmalarını önlemekti.
Ayrıca, yapıların birbirinden ayrı yapılmalarının bir başka nedeni de dershanelerle atölyelerin ya da demirhanelerin yan yana olmalarının, müzik salonu ile kültürel alanların bitişik olmalarının eğitsel kurallara uygun olmaması gerçeği idi. Lojmanlar ve yatakhaneler de doğal olarak farklı bir alanda idi.
Aksu Köy Enstitüsü’nün Aksu’da (eski adıyla Karanlık Sokak’ta) kurulmasındaki amaç, Enstitü arazisinin antik Perge harabelerine olan yakınlığı idi. Burada yetişen gençler, Perge harabelerinin onarımında da görev alabileceklerdi. Böylece öğrencilere tarih bilinci verilmiş, ülkenin değerlerine sahip çıkmaları sağlanmış ve bu sayede antik kentte bir ölçüde korunmuş olacaktı.
İbrahim Vurar:
Kuruluş aşamasında okul için yer seçiminde rasgele davranılmamış, geçmişle bugün arasında bir bağlantı kuracak, tarihi kültürel, sanatsal her alanda kurulacak geçmişi günümüze taşıyacak köprünün Aksu Köy Enstitüsü olması planlandığı için özenli davranılmıştır. (Aksu mezunu öğretmen İbrahim Vurar’ın okulun kuruluşuna yönelik açıklamaları, öğretmen Gündüz tok belgeselinde yer almaktadır)
Mehmet Şener:
Okula yer seçimiyle ilgili olarak, Aksu’da karar kılınmadan önce, İsmail Hakkı Tonguç’a Kepez üstünde Kırkgözler ve Pınarbaşı bölgeleri gösterilmiş, Tonguç, bu alanları enstitü kurmak için uygun bulmamış, Aksu’nun yeri gösterilince, son derece memnun olmuştur.
Cavit (Oral) Binbaşıoğlu:
Aksu Köy Enstitüsü’nün yerinin saptanması
1940 yılında 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu Meclis’e sevkedildikten sonra, bir taraftan yasalaşma süreci sürerken, diğer taraftan da Köy Enstitüleri’nin açılacakları yerlerin saptanmasına başlanmıştır. O zaman ki İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un, İlköğretim gazetesinin 6 Mayıs 1940 tarihli 51. sayısında yazdığı “Aksu (Antalya) Köy Enstitüsü Kurulurken” başlıklı yazıdan öğrendiğimize göre, 8 Mart 1940’ ta Ankara’dan yola çıkarak, yolda İzmir’den gelen Kızılçullu Köy Öğretmen Okulu Müdürü Emin Soysal ve Isparta İlköğretim Müfettişi Tahir Erdem’le birlikte Antalya’ya gelmişler. Burada çevreyi iyi bilen yetkililerle görüşerek, “Aksu nahiye merkezinin bulunduğu yer ile, eski Perge harabelerinin bulunduğu yer arasındaki alan”ın Köy Enstitüsü için en uygun yer olacağı kararlaştırılmıştır. Enstitü, öğrencilerini Antalya, Mersin ve Muğla illerinden alacaktı. İlk yıl sadece Antalya’dan öğrenci alınmıştır.
Mustafa Şanlı
Yerleşke seçimi, okulun ilk müdürü ve ilk öğrenciler konusunda emekli Öğretmen Mustafa Şanlı da şöyle demektedir:
Enstitülerin fikir babası büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç, 8 Mart 1940 tarihinde saat 20:20 treniyle Antalya’ya hareket eder. “Etimesgut istasyonundan sonra ışıksız, karanlık bir sokağın içine daldık.” der kendisi. Bu tümce ülkenin o zamanlar içinde bulunduğu durumu tüm gerçekliğiyle yansıtmaktadır.
10 Mart günü, yerleşke için seçim yapılmış, Aksu bucağında karar kılınmıştır. Aksu’nun adı o dönemde “Karanlık Sokak”tır. Antalya’ya 16, denize ise, 15 kilometre uzaklıktadır. Antalya-Manavgat yolu üzerindedir.
İsmail Hakkı Tonguç, antik Perge uygarlığından, iklimin elverişli olmasından, topraklarının verimli olmasından ve insanlarının yoksulluğundan söz ettikten sonra, “Bu diyarları yeni uygarlığın eserleriyle süslemek gerek. Köy Enstitüleri’ni bunun için kurmalıyız.” der.
Aksu-Macun Köyü İlkokulu, Enstitü’nün ilk çalışma yeri olur.
Okulun kurucu müdürü, Talat Ersoy’dur. Aksu’ya İzmir Kızılçullu’dan gelmiştir. Okulun kuruluşunda, gelişmesinde asıl emeği geçen, sıkıntıları bire bir yaşayan, sevinçler duyan kişi odur. 1945 yılına kadar görev yapmıştır. Onun zamanında yerleşke önemli derecede tamamlanmış, okuldaki bina sayısı 20 ye çıkmıştır.
İlk öğrenciler.
1940 yılında Haziran ayında ilk kez eğitmen kursu açılmış ve okula öğrenci alınmıştır. Eskişehir Çifteler’den (Hamidiye) gelen 18 öğrenci, Aksu’da sekiz baraka yapmış ve dersler bu barakalarda başlamıştır.
Enstitünün ilk öğrencisi Süleyman Koç’tur. O yıl Enstitüye 30 kız, 30 erkek öğrenci alımına karar verilmişti, ama o yıllarda köylerden kız öğrenci bulmak çok zordu. Kuruluş aşamasında çoğunluk erkek öğrenci alındı.
Yücel’i diğer bakanlardan farklı kılan
Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında gerçek kurtuluşun, kalkınmanın ve aydınlanmanın kılıçla değil, kalemle, savaşla değil, eğitimle olacağını fark eden Mustafa Kemal, savaş devam ederken bile, ülkenin gerçek kurtuluşu için kafa yormuş ve eğitim başta olmak üzere çeşitli konularda çözüm önerileri geliştirmiştir. Ülkenin kısıtlı olanakları kılı kırk yararak değerlendirilmiş, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da hizmet üretecek, yüreği vatan sevgisiyle dolu özverili insanlara görev verilmiştir. İşte Mustafa Necati, İşte Saffet Arıkan, İşte Hasan Ali Yücel, bir bayrak yarışı yaparcasına ve ülke insanına taparcasına gece gündüz çalışarak, doğru insanları doğru yerlerde bir araya getirip çalıştırarak, çalışanın üretenin önünü kesmeyerek yeni bir Anadolu aydınlanmasını daha başlatmışlardır.
Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu halkı, pek çok sömürülen, horlanan mazlum ülkeye, Kurtuluş Savaşı örneğiyle bağımsızlık mücadelesinin yollarını göstermiş, çalışarak üreterek kendi yağıyla kavrulmanın mümkün olduğunu kanıtlamıştır.
Özellikle Hasan Ali Yücel, tarih boyunca aydınlanma denince Anadolu’ya yakışanı yapmış, eğitim alanında ortaya attığı ya da geliştirdiği birbirinden önemli ve anlamlı ataklarla ülkemizi eğitim ithal eden değil, eğitim ihraç eden, örnek alınan bir ülke konumuna getirmiştir. Bize özgü bir uygulama olan Köy Enstitüleri gerçeğiyle de eğitim alanında yeni bir ufuk açmış, bir çıkış yolu bulmuş, sadece bize değil, tüm dünyaya bir çözüm önerisinde bulunmuştur.
İşte bu aşamada, aydınlanmaya giden yolda eğitim işlerinden birinci derecede sorumlu olan Bakan Hasan Ali Yücel’in donanımı ve örgütleme ve doğru insanı doğru yerde kullanma yeteneği ve çalışanı destekleme konusundaki dirayeti bir dönem için ülkenin büyük şansı olmuştur. Örneğin iş başına geçince, “Ben sadece kendi kadromla çalışırım” dememiş, işe yarayan insanları, İsmail Hakkı Tonguç gibi vekaleten görev yürüten insanları onore ederek asaleten atamış, devamlı arkalarında durmuş, desteğini asla esirgememiştir. Tersine onlara engin deneyimiyle hep yol yordam göstermiştir. Engin deneyimini konuşturmuştur.
Bir kere Yücel’in hakkını yememek için onun çalışmaları ile eğitim sistemimize damgasını vurmuş adını altın harflerle yazdırmış biri olduğunu söylememiz gerekmektedir. Cumhuriyet döneminin bütün eğitim bakanları bir araya getirildiğinde, yaptıklarıyla en ön plana çıkan hep O’dur.
Hasan Ali Yücel’in topluma adanmış çalışmaları, yaşadığı sürece de, öldükten sonra da unutulmamış, onu kendinden sonra gelen milli eğitim bakanları için bir rol model yapmıştır. Toplum çıkarları açısından, her açıdan ondan sonra bakanlık koltuğuna oturanların hiçbiri, onu geçmek, onun yerini doldurmak şöyle dursun yanına bile yaklaşamamıştır.
Böyle Yaşayanlar Ölmez ki !
Ekibine alacağı, beraber çalışacağı insanların gözlerindeki ışığı ilk bakışta gören Hasan Ali Yücel gibi bakanlar. Böyle yaşayanlar ölmez ki!
Vatan için kendisinden görev istendiğinde, mesleği ve günün koşulları gereği dünya nimetlerini, maddi imkanları elinin tersiyle iten ve ülke çocuklarına, ülke insanına hizmet için düşünmeden görev kabul eden, vatanın her köşesini kutsal bilip çalışan, özverili insanlar, mesai kavramı nedir bilmeden, canını dişine takıp çalışanlar, sağlık bilgisi Öğretmeni doktor Bedia gibi insanlar. Böyle yaşayanlar, ölmez ki?
Bedenen aramızdan ayrılsalar bile, böyle insanlar unutulmazlar ki.
Okul Doktoru ve Sağlık Bilgisi Öğretmeni Bedia Hüdaverdi
Aşağıdaki konuşma, Aksu Köy Enstitüsü’nün ilk Okul Doktoru ve ilk Sağlık Bilgisi Öğretmeni olan Bedia (Hüdaverdi) Kervancıoğlu’nun, henüz daha kuruluş aşamasında bir okul olan Aksu Köy Enstitüsü’ne nasıl gittiğini, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’le ilk buluşmasını, okul ve öğrenciler hakkındaki ilk izlenimlerini, görüş ve düşüncelerini içeriyor.
Bu konuşma Bedia Hanımın kızları tarafından TRT radyosuna verilen bir konuşma bandından alınmış ve çözümlenmiştir. Katkıları için Doktor Bedia hanımın çocuklarına teşekkür ederiz.
Okul doktoru Bedia (Hüdaverdi) Kervancıoğlu, bir anda Aksulu oluşunu, Aksu’nun o ilk günlerini, şöyle anlatıyor:
Vatan Sizi Bekliyor
1940 da doktor olmuştum. Doktor olduğum günü de hemen Ankara’ya gitmiştim. Bir yere tayin edileyim, bir an evvel çalışmaya başlayayım diye. O sırada Bakan Hasan Ali Yücel beni istetmiş. Gittim. “Yeni Köy Enstitüleri açtık, oralarda çalışmak istemez misiniz?” dedi. Fakat ilave etti. “Vatan sizi bekliyor, Bedia Hanım.” dedi. Bir tek cümle, “Vatan sizi bekliyor” lafına, derhal “Nereye isterseniz giderim”, diye cevap verdim.
sırada Antalya Aksu Köy Enstitüsü kuruluş halinde imiş. Benim tayinimi derhal Antalya Aksu Köy Enstitüsü’ne yaptılar.
Ve geldik. Issız ve tenha bir yer. Herkes de yatmış. Ben köy enstitüsü deyince muazzam yerler zannetmiştim. Çünkü (İsmail) Hakkı Tonguç, beni odasına götürdü. İşte bana bir takım maketler gösterdi. İşte şöyle binalar, böyle binalar, dedi.
Ben onları olmuş bitmiş zannettim. Yeni de imtihan bitirmişim, anlamadım. Meğer olacakmış.
Neyse geldik, geldik. Kim yok, kimse yok. Allahın dağı. Tenha bir yer.
Burası “Karanlıksokak” dediler. Ve içeri girdik. Kumsal gibi bir yerden otomobille. Çadırlardan birkaç çocuk çıktı. Yalınayak koşuştular.
“Hoş geldiniz efendim”, “Hoş geldiniz efendim.”
Hayrullah Örs beye sordum:
Darülaceye mi uğradık efendim?
Köy Enstitüsü efendim burası, Köy Enstitüsü’ne geldik, dedi.
Ve o çocuklar o kadar bakıma muhtaç durumda idiler ki, sıtmanın kol geldiği zaman. Antalya sıtmadan kırılıyor. Tüberküloz, istemediğiniz kadar. Öyle bir zaman. Çok sıcak da bir gün başlamıştı. Çok sıcak bir gün.
Çocuklar, “Sen”, dediler “Burada uzun zaman kalmazsın.”
“Yok,” dedim, “Ben size bakmak için geldim. Sizin doktorunuz olarak geldim.”
“Biz öğretmenlerimize “Öğretmenim” diyoruz, size ne diyelim?” dediler. “Bana da “Doktorum” dersiniz.” dedim. O günden bu yana hepsi bana, hep “doktorum” derler.
Velhasıl bir didinmedir başladı.
Okulda çocuk yok. Köylüler çocuklarını okula yollamıyor.
zaman iki tekerlekli tokmak arabalar vardı. Onlarla köy köy dolaşır çocuk toplardık. Okulda okuyacaksınız, Çocuklarınızı okutacağız, şöyle olacak, böyle olacak. Bir sürü dil döker, çocukları getirir, üstünü başını temizler, saçlarını keser, eline kitap çanta verirdik.
Biraz bir iki gün yola girerler, zannederken çocuk kaçar giderdi ve böylece günlerce talebe peşinde koştuk, okutacağız, talebe toplayacağız diye. Velhasıl birkaç zaman sonra çocuklar çoğalmaya başladılar.
Ve derhal mektebi inşaya başladılar. İnşaat, yani Mektebi çocuklar yaptı. Ve hepsi birer taşın ucuna yapıştı. Birer köyün ucuna yapıştı.
Ve Bunlar o kadar inançlı çocuklardı ki. Bu memleketi kurtaracaklarına, köylüleri okutacaklarına, köylerine döneceklerine, köydeki cahil halkı eğiteceklerine ve büyük hizmetler göreceklerine inanmış çocuklardı. Hepsi Atatürkçü çocuklardı.
Ve o gün bu gün, devamlı mezun verdik ve uzun yıllar Aksu Köy Enstitüsü’nden mezun olan çocuklar bütün Antalya’nın kazalarına, köylerine dağıldılar ve hakikaten şimdi hangi köye gitseniz, o tarihten itibaren okulda okuyan ve oraya giren çocuklar orada öğretmendirler ve köylüleri okutmuşlardır. Ve her taşın altında o zamanın köy enstitülü çocukları vardır. Hiçbir iddiaları yoktur. Bütün sevgileri bütün heyecanları bütün amaçları her şeyleri Atatürk’tür. Atatürk diye terennüm ederler. Memleket, vatan için canlarını verirler.
Sessiz sedasızca da bütün hayatlarında köylerde kaldılar. Ve her taşın altında bir köy enstitüsünden mezun öğretmen vardır. Bugün Aksu İlköğretmen Okulu, o çocukların omuzları üzerinde yükselmiştir. Ve o çocuklar isimsiz kahramanlar, hepsi bir dağın başında, bir taşın altında iddiasız ancak memleket için çalışmış çocuklardır.
Doktor Bedia Hüdaverdi’nin (evlenince soyadı “Kervancıoğlu” olmuştur) o dönemi anlatan konuşması burada bitiyor.
Doktor Bedia Hanım, özel yaşamını hiç vitrine koymayan, inandıklarına gönülden inanan, onlara arka hep arka çıkan, elini taşın altına koymaktan ve özveride bulunmaktan asla çekinmeyen, yorgunluk nedir bilmeyen, halk adına, halkın çocuğu adına iş görmekten yüksünmeyen, içinde bulunduğu koşullardan tiksinmeyen, onu düzeltmek için canını dişine takarak çalışan sağlık hizmeti üreten kişiliği oturmuş neşeli bir insandı. Yüzyıllarca geri bırakılmış bir toplumun hurafelere, batıl inançlara ve kocakarı ilaçlarına dayalı anlayışını yıkmaya çalışarak, onun yerine bilimi, bilimsel düşünceyi, tıbbi bilgileri yerleştirerek yaşadı. Sıcacık yüreğiyle, küçük büyük yaşlı genç demeden Aksunun sağlık meleği oldu. Çevresine şifa dağıttı.
Bunu da bir anı ile örneklendirelim:
Bedia Hanım’ın eşi Şahap Beyle birlikte Serik’te oturduğu bir dönemdir. Oturdukları evin altında hayvanlara takı malzemesi, kolan, ip, çan ve benzeri şeyler satan bir dükkân vardır. Bedia Hanım, kızı Zehra’ya hamiledir. İkinci Dünya Savaşı yıllarının karartma günlerinden biridir. Bedia Hanım’ın doğum sancıları başlar. Eşinden, Antalya’nın ileri gelen ailelerinden birine ait olan İbrahim Konuk’un eşi Leman Hanım’ı çağırmasını ister. Kocası Şahap Bey, Leman Hanım için evden ayrılır. Bedia Hanım, ayışığında kimsenin yardımı olmadan kızı Zehra’yı doğurur. Leman Hanım, ancak çocuğun göbeğinin kesilmesi aşamasında oraya yetişebilir.
Sabah olunca bir köylü gelir, doktor hanıma yalvarmaya başlar:
“Doktor Hanım, oğlumun kulağına akrep kaçtı. Ne olursun kurtar onu.”
“Yeni doğum yaptım, yatıyorum, gidemem.” der Bedia Hanım.
“Doktorum ne olursun, oğlum askerden yeni geldi, aslan gibi oğlum göz göre göre ölüyor.”
“İyi de,” der doktor hanım “bu halde ben oraya nasıl giderim?”
“Atımla geldim.” der köylü “atımla götürür getiririm ben sizi”.
Bedia Hanım atın terkisinde gidip oğlanın kulağındaki akrebi cımbızla çekip çıkartır.
Bu arada yeni doğmuş olan kendi çocuğunu ne mi yapmış dersiniz? Bakması için alt kattaki dükkân sahibine emanet etmiş.
“Bizim hanımlar olsa kırk günde yerinden kalkamazdı.” diyen dükkâncı emanet bebeği sağ salim annesine teslim edip, Bedia Hanım’ın göğsüne nazar değmemesi için bir at nalı, çeşitli renkli boncuklar ve sarımsak sapından bir nazarlık takmış.
(Devam Edecek)