Türkümüzün adı barış/Umudumuz iki karış/Ekmek tavşan biz tazıyız/Hiç bitmiyor zalim yarış.
Yağmurdan sırılsıklam olan yolcular, halk otobüsündeki koltuklarına itiş/kakış yerleşirlerken, ilk bükümde araba kazasıyla karşılaştık. Kaptanımız gerekli tedbirleri aldıktan sonra, yardıma koşuldu. Allah’tan ölen yoktu, lüks araç aşırı hız ve kaygan zeminden takla atmıştı. Kurtarma ekiplerine haber verildi, patroniçe taşıtımıza binmek zorunda kaldı en sonunda. Geçmiş olsun dileklerine kulak tıkayan hanımın, takı şıngırtısı pahalı cep telefonlarına karışıyordu.
Yanına oturduğu yaşlı teyzeye, burun kıvırdığını fark eden otobüsümüzün sürücüsü,”hanımefendi, çekinmeyin bulaşıcılığı yoktur, eğer huzursuz olduysanız şu dayı kalksın da oraya geçiverin. Sağındaki ihtiyar gibi bunların çoğu emekli ya da dar gelirlilerdir, ramazana on bir ay talimli olduklarından nefesleri biraz değişikçedir. Onun için oruç bunlara zor gelmez” diyerek başka koltuğa geçmesi için arabayı durdurdu.
Rüküş kadının tafrasına bozulan yolların kurdu,“yetimin eteğine kavurga koymuşlar da vay anam şeyim yandı demiş” özdeyişini sokuşturduktan sonra, devam eder: “Şu gördüğün delikanlı dolmuş beklenirken doğduğundan adı Durak’tır, ötedeki kızımızın annesi, onu bilet kuyruğunda dünyaya getirdiğinden ismini Yeter koymuştur; daima takışan arkadaki kırkafalılardan biri Abbas, diğeri Dursun Amca olarak bilinir buralarda, çünkü ilki hep yolcu, ikincisi kavşaklarda umut bekçisi olarak ömür tüketmişlerdir, kısacası kendinden yemlidirler, kolay kolay acıkıp susamazlar, ellerine vur ekmeklerini al adeta, hatta vatan/millet de, canlarını iste, düşünmeden veririler, kursakları bayramdan bayrama kavurma görür garibanların. Sizin dişiniz dür (inci), dudağınız güldür, mideniz altın kakma, kıçınız gümüş sıkmalı olduğundan hep cevahir yumurtlarsınız, hatta yorganınızın kalınlığından yellendiğinizi kimseler çakmaz, bizim gibi zavallıların ağız kokusu kilometrelerce öteden hissedilir.”
Meselimizde; Anadolu’da konuğa ikram başta gelir, devir kıtlık zamanı, et var da sofraya konulmaz mı? Evin annesi misafire kahvaltıda madımaklı gözleme, öğle yemeğinde madımaklı bulgur, akşam ise yoğurtlusunu sununca, sini başındaki kişi; “teyze bu otu nerden alıyorsun?” der. Kadıncağız boynunu bükerek, “gübreliğin eteğinden topluyorum” cevabını verir. Adam, “niye zahmet ediyon, beni oraya bağlayıver anacağızım” diye yanıtlar kinayeli gülümseyerek. “
Söz konusu olayın sonunda uçak tipli bir vasıtaya aktarılan boyalı hatun(!) kısa bir süre içinde de olsa dersini almıştır umarım, gerçi güneş, pencerenin genişliği kadar ışığını yansıtır içeriye.
Hüner
Elli yıldır emekleyip yürürüm
Ağalar paşalar inmez sırtımdan
Ocaklarda talazlanır dururum
Mangallar maşalar inmez sırtımdan
Vergi derler damga derler harç derler
Terimize tükenmeyen borç derler
Karşı çıksam bağışlanmaz suç derler
Gürgenler meşeler inmez sırtımdan
Bir ekmeği dokuz cana bölerim
Şükür eder ahvalime gülerim
Parmağımı boyar boyar silerim
Mühürler kaşeler inmez sırtımdan
Bakarkör elinde asa sayarlar
Çorbasız sofraya kâse sayarlar
Tökezlesem hemen masa sayarlar
Kadehler şişeler inmez sırtımdan
Kurtulamam çakal ile domuzdan
Zincir yerim kollarıma omuzdan
Süt isterler malak vermez camızdan
Rüşvetçi köşeler inmez sırtımdan
Yaktığım çıralar yarıda söner
Zavallı Özcan’ım şaşkına döner
Bu vatan bizim ya yaşamak hüner
Alkışlar yaşalar inmez sırtımdan