Aylar önce katıldığım bir panelde Sevgili Sunay Akın’ın sözleri dikkatimi çekmişti. ‘Eğer bir ülkenin müze koridorları ne kadar uzunsa kültürü ve medeniyet sahnesindeki rolü de o kadar büyük ve köklüdür’ bu cümle hala kulaklarımda çınlaya dursun senelik iznimi geçirmek üzere gittiğim İstanbul’da birkaç müzeyi gezmeye adadım bu sefer kendimi, bunu yaparken de en uzun koridorlu müzeleri seçmeye özen gösterdim.
Topkapı Sarayını görmek istedim, medyada uzunca bir süre tartışılan,depolarındaki eserlerden bile adeta yeni bir müze kurulabilecek kadar zengin bir müzeydi burası, bizzat yerinde son halini görmek istedim.
Topkapı sarayını gezerken dikkatimi çeken en önemli unsur, eser teşhirinden öte sarayın zaten kendisinin bir müze olduğunu kendi içindeki dinamiklerle anlatması oldu. Girişinden çıkışına kadar yapının size hissettirdiği tarihsel dokunun hala bozulmaması da sevindiğim unsurlar arasında yerini aldı.
Ancak; eser teşhir bölümünde, özellikle Osmanlının yani atalarımızın bizlere bıraktığı hazineleri incelerken, geçmişten gelen ve ülkenizin köklerini perçinleyen hazinelerin ziyaretçilere sunumu bana yetersiz geldi. Binbir zorlukla binbir mücadele sonucunda elde edilen, kimi zaman ülkemizin gücüne, itibarına laik görülüp çok uzak ülkelerden ülkemizin tarihine duyulan saygıyı göstermek için gönderilen eserlerin yanındaki tanıtım levhalarını okumakta çok zorlandım.
Dünyanın dört bir yanından, şanlı tarihimizi görmek için gelen binlerce turistin ve yine ülkemizin bir çok şehrinden tarihimizi görmek ve izlemek için gelen yerli turistin yarattığı izdiham neticesinde eserlerin önünden geçerken hızlı olmak durumunda kalıyorsunuz, kazandığınız bu hız ile eser tanıtım levhalarının önünden geçerken ,levhalarda kullanılan yazı karakterleri küçücük kaldığı için okuyamadan geçiyorsunuz.
Ayrıca tanıtım levhalarındaki bilgileri kısa buldum. Mücevher ustalarının bin bir emekle yaptığı ve kilometrelerce uzaktan Padişahlarımıza gönderdiği eserleri tüm ayrıntısıyla tanıtmanın söz konusu hazineyi yapmaktan daha zor olmadığı görüşündeyim.
Unutmayalım ki ne sergilersek sergileyelim, karşıya ne anlatırsak anlatalım, bizim bilgimiz karşıdakinin anladığı kadardır. Bu sorumluluk dahilinde Topkapı Sarayına bir dahaki gidişimde özellikle tanıtım levhalarının eserler hakkında çok daha ayrıntılı bilgi veren ve izdiham arasında rahatça algılanabilen levhalara dönüşmesini görmek beni mutlu edecektir.
Ayrı bir ücret ödeyip kulaklıkla müzeyi gezebileceğiniz bir seçiminiz olsa da, kulaklık kiralayıp gezebilme imkanınız olsa bile, eserlerin iştihamı ve değeri karşısında kullanılan tanıtım levhaları en az esere yakışan bir biçim halini almalı düşüncesindeyim.
Ama yine de Topkapı Sarayı muhteşem ihtişamı ve İmparatorluğun en güçlü zamanlarını simgeleyen asil duruşuyla her zaman gezilmeyi hak eden eşsiz ve korunması gereken en önemli kültür varlığımız olarak ebediyen yaşayacak ve en vazgeçilmez kültür mirasımız olarak sessizce tarihe bekçilik yapmaya devam edecek…
Gezimin ikinci gününü Dolmabahçe Sarayı’na ayırmak istedim. Milli Saraylara bağlı bu eşsiz sanat eserindeki müzecilik çalışmalarını da fırsatım varken incelemek istedim.
Dolmabahçe Sarayındaki teşhir tekniği sarayın dokusunda bulunan bütün eserlerin, zamanında kullanılan bütün sanat tarihi unsurlarının yerli yerinde korunması ve döneminde kullanıldığı şekliyle sergilenmesi açısından benim için önemliydi, çünkü benim için Dolmabahçe sarayı da yukarıda bahsettiğim Topkapı Sarayı gibi eserin kendisinin başlı başına bir müze olması nedeniyle iştihamı ve bünyesinde bulunan plastik sanat örnekleriyle ülkemizde yer alan eşsiz mimari örneklerinden bir tanesiydi.
Gerçekten de Dolmabahçe Sarayına girdiğinizde mimarinin ve estetiğin tarihle sanatsal anlamda nasıl da mükemmel bir birleşme yakaladığına şait oluyorsunuz. Haremlik ve Selamlık bölümlerinin birbirinden ayrıldığı ve ayrı ayrı gezilebildiği saray da her iki bölüm içinde sizi rehberler karşılıyor. Gezi sırasında rehberlerin size anlattıklarını hayret ve hayranlık içerisinde dinlerken bazen bir odanın, bazen bir resmin bazense bir avizenin estetiği ve güzelliği karşısında dalıp gidiyorsunuz. Odaların önüne çekilen emniyet şeritlerinden dolayı saray odalarını tam olarak algılayamasanız ve ayaklarınız üzerine kalkıp başınızı biraz daha ileri ittirmek suretiyle daha çok şey görmek isteseniz de sarayın inanılmaz estetiği ve ihtişamı sizi doygunluğa ulaştırıyor. Dolmabahçe Sarayını gezerken dikkatimi çeken bir düğer unsur ise, önünden öylece geçip gittiğimiz ve üzerinde hiç bir şey yazmayan kapalı vaziyetteki kapılar oldu. Yüzlerce odaya sahip bir sarayda gezerken kapalı kapılar ardında neler olduğunu ister istemez merak ediyor insan. Ziyaretçilerin içindeki bu merakı gidermek ve sarayı daha iyi anlatabilmek amacıyla bu odaların da sergilenmesi gerektiğini düşünüyorum. Sarayın kendi dokusunun ayrı bir müze olmasından kaynaklı olarak bu kapalı durumdaki odalar önemli kişilere ait olmasa da Saray Yaşamının tam olarak algılanması açısından önemli bence.
Sonuç olarak her iki saray da ülkemizin en büyük milli değerleri arasında yer alıyor, milli değerlerimizin çağdaş müzecilik anlayışında daha iyiye ulaşması anlamında umarım fikirlerimin ve gözlemlerimin faydası olur ve ben de umarım 2 güne sığmayacak olan bu iki eşsiz eserde doğru unsurları gözlemlemiş ve sizlere aktarabilmişimdir…
Saygılarımla…