Hatırlıyorum o günü...
Babam elinde Hürriyet ya da Milliyetin Akdeniz eki...
Mahmut Celal Ünal , Mahmut Hoca yeni okul açmış diye girmişti eve... Hemen telefona sarılmış, Mahmut Hocaya ulaşmış, Mahmut Hoca da ben amcasıyım hemen getir çocuğu deyince apar topar düşülmüştü Antalya yollarına...
Yaz tatili yine çok çabuk geçmiş, Finike Cengiz Topel ilkokulunda yaz tatiline girerken bıraktığım arkadaşlarımı özlerken bir anda Antalya’da hiç tanımadığım arkadaşlarımın arasında buluvermiştim kendimi...
Hayat hikayemin çeşitliliği de sanıyorum burada başlıyor, anne tarafı Finike’de Baba tarafı Antalya’da olan bir çocukluğun, 6 yaşında neden Finike’ye geldiğimizin ve benim 11 yaşında tek başıma nasıl Antalya’ya döndüğümün macerasını düşünürken, yaşadıklarım belki de eğitim ve öğretim hayatımı da değerlendirebileceğim ilginç bir yazgıya dönüşüyor...
Kara önlük üzerine beyaz yaka takarken, sıralarda üç kişi oturup, arkadaşımız okula gelmediği zaman iki kişi oturabilmeyi bir lüks sanarken, 36 kişilik bir sınıfta bembeyaz bir masa, tek bir sandalye, bana ayrılmış bir okul dolabı, gri çizgili beyaz gömlek, altına gri pantolon ve lacivert/kırmızı kravat, üzerine kırmızı yelek ve hırka giyince birden bire ne yapacağını şaşırıyor insan...
İlk yılım böyle geçmişti kolejde...
Rahmetli Müzeyyen Çelebioğlu Hocamın sınıf öğretmenliğinde gösterdiği şevkat ile Finike’de bıraktığım Sabiha Hocamın özleminde geçerken günler, etrafımda benim gibi Antalyalı arkadaşlarım oluşuvermişti...
Aramızdaki tek fark benim yatılı olmamdı...
Sabah sekizde başlayıp akşam beşte biten okulumuz dağılınca, onlar evlerine gidiyor, bense boşalan okul koridorlarında sabah insanların tekrar gelmesini bekliyordum.
Cumaları Finike’ye gidiyor, pazar günleri de Annemle Babam beni tekrar okula bırakıyordu...
Tam saat beşte...Hiç sevmem o yüzden hala pazar günlerini, hala içim sıkılır, bir garip huzursuzluk yaşarım...
Kolej yılları böyle geçe dursun, Finikedeki yaşamımı da özlüyordum, şehir yaşamı bana garip gelmişti, okulumuzun etrafındaki çitler Finikedeki okuldan daha yüksekti, bu durum bana bir kasvet veriyordu, içim sıkılıyordu...
Oysa Finike de okuldan gelir, çantayı atar hemen balığa giderdim, sokar avlardım, bisikletim vardı, her yerini gezerdim Kordonun, rüzgarları hissederdim, yaramazlık ederdim, dizlerimde hep yaralar olurdu, William Tell oku yapardım, Belediyenin bahçesinde savaş eder, İsmail Amcaya su tabancalarıyla savaş açardık...
Şimdi bir boşluğa, değişik bir yaşama alışmak zorunda kalıyordum...
Değişik eğlenceler, Sheraton Otelinde düzenlenen okul çaylarında ne giyeceğimi düşünmeler, o zamanlar kente yeni açılan fast food kültürüyle ilgili markaların restaurantlarında Hamburger ya da Pizza yemeyi bir şey zannetmeler, Adidas Eşofman ve ayakkabı diye tutturmalar, yeni çıkan kot markalarını giyebildiğimiz zaman heyecanlanmalara kadar gidecek bir takım davranışların önünü açan bir zamana ister istemez, bilmeden hazırlanıyordum...
Zaman geçiyor, sınıflar birer birer değişiyor, Hazırlık sınıfında sadece İngilizce dersler görülüyor, Türkçesini zor anladığım Matematik ve Fen dersleri İngilizce olarak karşıma çıkıyor, Matematik ve Fen’den geçebilmek için ilk dönem ilk iki sınavdan “2” yani geçer not alınca, diğer sınavlara çalışmıyor, ikinci dönem zayıf olsa bile sene sonu ortalamasından geçiyor, bütün bu derslerde camdan dışarı bakıp, hayaller kuruyor, yer yer şiirler ve kısa öyküler yazıyordum...
Bu arada sınıflar büyüdükçe okulda çıktığımız katta yükseldiği için ve o zamanlar Konyaaltı bölgesi bu kadar inşaatla dolmadığı için, bizim okuldan Antalya Körfezi görülürdü...
O zamanlar okulda öğrencilerin sayısal ve sözel, fen, dil gibi ayrılmaları yeni yeni başlamıştı...
Öğrenciler böyle dallara ayrılıyor, ayrıldıkları dallardan tercih yapabiliyor, ona göre de bir puanlama sistemi oluşuyor, Üniversite sınavına o daldan girip, o dalın öngördüğü bölümleri yazabiliyorduk...
Sanıyorum buna benzer bir sistem hala var, o kadar çok değişiyor ki takip edemiyorum...
Ben de Lise 1 e başladığımda , notlarımdan ötürü olacak, kendimi Sözel bölümde buldum...
Genel de ülkemizde sözel bölüm öğrencileri, Matematik ve Fen bölümü öğrencilerine göre daha az ders çalışan, daha değişik düşünceleri olan, sınıfta konuşan, felsefe ve yaşam tarzı olarak soru soran, ya da bunlar sözelci zaten ya deyip nedenini anlamadığım bir gözle bakılan öğrenciler olurlar...
Matematik ve Fen bölümü öğrencileri ise geleceği çok parlak, iyi paralar kazanacak meslekleri tercih edebilecek, yarının doktorları, avukatları, mimarları...Yarının işte mühendisleri ya da bilim adamları olarak görülür...
Şu anda bile böyledir bu, nereden mi biliyorum, Üniversite sınavından sonra okullar özellikle, kolejler duyuruyor ya kocaman yazılarla hani bilbaordlarda
24 Tıp
32 Mühendislik
35 Hukuk
27 İşletme...
Oradan biliyorum...
Bir tane görmedim Felsefe kazandı, Sosyoloji kazandı, Bir dilin kültür ve edebiyatını kazandı, Arkeoloji kazandı diyeni,görsem de en altta bir yerdedir 1 Tarih, 1 Edebiyat v.b...
Seçimlerimizin sadece bu eğitim sistemine bir tepkiden olduğunu sanmıyorum ancak mutlaka bir etkisi olduğunu düşünüyorum, nereden bilebilirdim okulda Türker Yönt isimli Tarih hocamızın Arkeoloji Klubü kurmasıyla ileride başlayacak olan meslek hayatımın henüz o yıllarda şekillendiğini...
İyi ki o klup kuruldu da Charles Fellows’u daha o yıllarda tanıyıp peşine düşmüştüm antik kentlerin...
Sonrası mı ?
İşte bilindik hikaye...
Zor ,gerçekten zor yıllar ama her saniyesi harika yıllar...
Bugün ben 34 yıl önce nasıl başladıysam okul sıralarına, 27 yıl önce nasıl başladıysam Ortaokula, 24 yıl önce nasıl başladıysam Lise’ye, 20 yıl önce nasıl başladıysam Üniversiteye.
Bir çok çocuk, bir çok öğrenci de binbir hayalle başladılar okullarına...
Kimisi kolejlerde, kimisi devlet okullarında...
Bir çok anne baba, heyacanla ilk kez gittiler çocuklarıyla okula...
Zaman çok çabuk geçiyor, hayat ise bir tane...
Zamanın öğütücü dişleri arasında yıllar akıp gidiyor...
Hala öğrencisi olduğum hayatta, kendim dahil tüm öğrencilere şunu söylemek isterim;
Sadece kendiyle yarışmalı insan, ben bu hayattan şimdiye kadar bunu öğrendim, hayattaki tek başarının da istediğin gibi yaşayabilmek olduğunu anladım...
Yoksa en başta bahsettiğim yarışın içinde kalıyor insan, yarıştığını zannediyor...
Başarının niteliğinden çok niceliğine daha çok değer veriliyor günümüzde...
Sosyal Bilimlere azalan ilginin sonucu olarak görüyorum bunu...
Peki ya ne yapsın insanlar...
Yaşamak zorundalar...
Bilemiyorum...
Aklıma şu güzel dialog geliyor sonra;
John Lennon’a okulda sormuşlar hani, ileride ne olmak istiyorsun diye...
Mutlu olmak istiyorum demiş...
Soruyu yanlış anladın heralde John demişler...
Hayır ben soruyu yanlış anlamadım..
Siz hayatı yanlış anladınız...