Zaman akıp giderken, hepimizin bireysel bir tarihi oluşuyor...
Bu tarih oluşurken, bazen hüzünlü, bazen neşeli, bazen acılı ve bazen mutlu günlerden geçiyoruz hepimiz...
Bir sürü anı biriktiriyoruz, bir sürü insan tanıyoruz...
Ve dönüp bakınca olan bitene, zaman hepimizi ona karşı olan sahiciliğimizle test ediyor belki de...
Yıllar sonra yaşadığım ve çok anlamlı bulduğum bir tesadüfün içime düşen güzelliğini ve bende kalan bir metaforun yıllar sonra hayatıma girişini paylaşmak istedim bu yazımda.
Fakülte yıllarında bir sevgilim olmuştu, birbirimizle çok iyi anlaşırdık,o da sinemayı çok severdi, konusu bir ada'da geçen bir filmi izlerken birgün, benim de sağ gözümün üzerinde belli olan küçük bir et benim vardı o zamanlar...
Gözümün üzerindeki beni bir adaya benzetmişti, gözlerimi de bir denize...
Gözlerinde yüzmekten yorulunca, o adaya çıkıp dinleniyorum, nefes alıyorum ve sonra derinlere dalıp gidiyorum demişti...
Sonra ayrıldık, ancak ben hiç unutmadım bu et beniyle ada arasında kurulan metaforu...
Birbirimize çok şey kattıktan sonra, ilişkimizin artık bir şey üretmediğini ve birşeylerin tekrar etmeye başladığına ikimiz beraber karar vermiştik...İlişkinin estetiğini bozmak yerine, güzel günlerimizin hatrına iki dost gibi yollarımızı ayırmıştık...
Yıllar sonra Kaleiçinde yürürken, arkamdan birisi seslendi... Baktım o...
Aaa dedim sen napıyosun burada, nasılsın ?
İyiyim dedi tatile geldik Kaleiçini görmeden edemedik...
Eskişehir yıllarını konuştuk biraz, ortak arkadaşları sorduk birbirimize...
Sonra da iyi dileklerle ayrıldık...
Sonra bir kez daha seslendi...
Efendim dedim...
Benin yok olmuş senin dedi...Hangi ben dedim...
Gözünün üzerindeki ben dedi...
Evet dedim kayboldu, denizler yükselince adayı da içine aldı heralde...
İkimiz de bir kahkaha patlattık sonra...Yollarımıza devam ettik...
Ada metaforunun ya da adaların benliğimde yarattığı anlamı daha da derinleştirmek için müthiş bir tesadüfün içerisinde bulmuştum kendimi o gün...
Bir adaya uzaktan bakarken bana verdiği hissi yazmak istedim o gün, ve kısa kısa notlar aldım...
Şimdi de yazıya dönüştü işte ve hala da yazıyorum bu yazıyı...
Uzakta görünen adaların benliğimde neden hep bir kaçışın simgesi haline geldiğini irdeledim.
Adaya vardığım zaman da dinginlikle karışık neden garip bir hüznün etrafımı sarıverdiğini düşündüm.
Gerçekten de Adalar ya da adacıklar benim için neden bu kadar farklıdır, sordum kendime.
Modern dünyanın hızından ve telaşından durup da kendi hakikatını düşünemez hale gelen insanın koşuşturmasının niteliğini sorguladım...
Kaybolan et benimden nerelere geldi konu işte...
Adalar hep olsun istedim hayatımda...
Kendi adalarımız olsun, kendi denizlerimizde durup dinleneceğimiz adalar olsun...
Günümüz zamanı herşeyi unutmak üzerine kurmuşken, neden unutalım ki herşeyi...
Neden kendi ruhumuzun adalarını korumayalım...
Doğanın içerisinde dolaşırken kendi kendimize içselleştirdiğimiz herşey birer ada değil midir aslında...
Yaşanan herşey bir adanın varoluşu gibi durmaz mı mesela kendi zaman denizimizin içerisinde...
İnsan da o adalardan zaman zaman gelip gitmez mi mesela kendine...
Ruhumuzun adalarına sahip çıktıkça zenginleşmez mi içimizdeki deniz...
Daha da deniz olmaz mıyız o zaman....
Adalarımızda dinlene dinlene Okyanuslara gidemez miyiz o zaman....
Selam olsun tüm Adalara....