14 yaşında sahneye adım atıp meşhur olmuş bir adam Finikeye şarkı söylemeye gittiğinde bir kadına aşık olur.
Kadın da adama aşık olur.
Birisi okumuş bir ailenin çocuğuyken diğeri de hayat okulundaki tahsiline devam etmektedir. Gel zaman git zaman ikisi de aşık olurlar birbirlerine.Daha sonra ben olurum. Baba dersen sahnelerin adamı,topluma hitap eden,duyguların adamı,anne dersen geleneksel bir kültürün devamı ve mantıklı olmanın yılmaz savunucu.
Böyle böyle geçmiş zaman ,kavgalar gürültüler,hayata ve dünyaya farklı bakışların getirdiği tartışmalar,küsüşmeler ve sonrasında barışmalar.
Heralde kararsızlıkla ilgili hala yaşadığım sorunlar o zamanlara temelleniyor. Annen bir yanında babansa diğer yanında sen hangimizi daha çok seviyorsun dediğinde ikinizi de demek zorunda kalan çocuklardanım ben.
Ateşli bir aşkın meyvesi,geleneğin ve özgürlüğün birbiriyle sevişmesinin mahsulüyüm.
Bazen arkadaşlarımın evine gittiğimde aileleri bana ne kadar da normal ve huzurlu gelirdi.
Biraz daha peynir alırmısın oğlum diyen Melih Amcanın huzurlu sesi hala kulaklarımdadır mesela.
Kavgasız ve seslerin yükselmediği bir kahvaltı ne de güzeldir,yumurtanın rafadan mı yoksa katı mı olmasıyla ilgili kimsenin tartışmadığı kahvaltılardır bunlar.
Akşamları bitmeyen sohbetler, Müzeyyen Senarla,Ahmet Özhanla hatta Yaşar Özelle devam eden şarkılar. Hiç bitmeyecek gibi gelen gecelerin sonunda sandayelerin birleştirilip yatırıldığın ve üzerine örtülen masa örtüsünün arasından büyüklerin kahkahalarını dinlediğin zamanlar.
Sonrasında iyi bir eğitim almak için gönderildiğim yatılı okul yılları. Erken yaşta evden ayrılmanın hüznü ve çocuk aklımla kent yaşamını ve kentlileri tanımaya başladığım zamanlar. Her cuma eve dönmek için bir bayram havası her pazar evden ayrılırken içime oturan anne ve babadan ayrılma acısı.
Sanırım bu yüzden hala cumaları çok sever pazar günlerinden de nefret ederim.
Ne yapacağımı bilemem ben hala pazarları.
Mutlu insanların mutlu kahvaltıları ve gülümseyen pozları arasında kendimi bin kat daha yalnız hissederim.
Sanırım o yıllarda temeli atılmış bir gözlem yapma ihtiyacı bu ve yalnızlık kaygısının giderek büyüyerek devam edip şu an bu yazıya dönüşebilmesinin nedenleri arasındadır yaşadığım pazar günleri yalnızlığı.
Zenginlik ve fakirliği de yaşayan bir çocuğum ben. Markaların birbiriyle yarıştığı,insanların birbirinin Lewis 501 kotlarına, Adidas Torsion ve Reebok Pump ayakkabılarına bakıp değerlendirdiği zamanlarda Hilmi Amcadan gidip Cingöz marka kot almışlığım da vardır. İflas etmeden önce babam Spor Çağrıdan Adidas eşofmanlarım ve torsionlarımla bir prens havasıyla okula gelmişliğimde.
Zenginlikten fakirliği yaşamak çok şey öğretir insana hele ki hala kalan son varlığıyla,çocuğun düzeni bozulmasın diye, Antalyanın en zengin ailelerinin çocuklarıyla okumaya devam ediyor ya da ettiriliyorsan her gün daha da yeni şeyler öğrenmeye devam edersin. Bu yüzden bazen babama iflas ettiği için teşekkür bile etmek gelir içimden. Etmeseydi eğer ben de hala kendimi prens zanneden hayatın gerçeklerini öğrenemeden yoluna devam eden birisi olurdum herhalde.
Daha sonrasında gelecek kaygıları,ülkenin sınav sistemi arasında meslek seçmek için sosyal ve sayısal olarak ayrılan öğrencilerin ne olacağına karar veren bir öğretim sistemi. Ne kadar zengin olunacak meslek varsa önünüze getirilen ve belki de aslında kimsenin olmak istemediği hayatlara insan hazırlayan bir makinenin dişlisi arasında sıkışıp kalmak...
Dededen toruna devam etmesi istenen Muhasebecilik mesleğinin dayatılması,nasılsa okul bitince hazır dükkan ve mükelleflerin başına geçmesi istenen ve bir geleneği devam ettirip askerden sonra filancaların kızıyla evlendirilecek bir insan olma zorlamaları.
Sınava günler kala felsefe hocanla tercih formunu değiştirip hepsini arkeoloji yapıp..Antalyadan gitmek için tüm şansını kullanmak...Nasılsa o formu kodluyordun kimse neyi tercih ettiğini bilemiyordu..Sanırım sınav sisteminin de en sevdiğim yanı buydu...
Eskişehir günleri ve kazılar...
İlk gittiğim kazıda erken bronz çağına ait bir mezar bulmak... 6 yaşında bir çocuğun yaklaşık 4000 yıl önceden iskeletiyle hayatı selamlamasına şait olmak...Zaten değişmiş olan dünyaya bakışının iyice allak bullak olması...Öğrencilik yılları,değiştirilen evler...Yaşanan aşklar...Ayrılıklar...Hüzünler...Yazılan bir yığın şarkı...Porsuk kenarında sabahlayıp..Sokaklarda müzik yapmalar...
Uzun lafin kısası... Her yaşamın kendine dönen bir tarafı var...
Tüm aykırılıklar da ,tüm farklılıklar da buna dahil...
Normal ve ideal olarak görünen bir ailenin çocuğu olmak ister miydim acaba diye sorarım hep kendime...
Acaba nasıl olurdum...
Bu kadar dışa vurumcu bir yanım olur muydu onu da bilmiyorum...
İnsan farkında olmadan her yaşadığını kendine katıyormuş meğerse...
Meğerse hiç bir şey tesadüf değilmiş...
Babam o gün Finikeye şarkı söylemeye gitmese ne ben böyle olurdum ne de hayata bakışım bu kadar net şekillenebilip kendimi aramaya devam edebilirdim.
Hala anlamaya çalışıyorum kendimi...
Bitmiyor bu ögrenme dediğin şey...
Ancak öğrenmeyi neden öğrendiğin ve hayatına öğrendiklerinden neler katabildiğin önemli sanki.
Toplum farklı insanları kendine benzetmeye çalışır hep...Eleştirir,yargılar ve ötekileştirir.
Kendinden farklı olanı sistemin içine çekip sadeleştirir.Böyle yaşayan insanları da yalnızlaştırır.
Ancak farklılığın seni özgür kılan yegane gerçektir aslında...Ve yalnızlık belki de gerçek kalabalığındır...
Teşekkürler tüm geçmişim... Seni seviyorum...