Lisenin ilk yıllarında çok sevdiğim bir felsefe hocam vardı.
Bizler daha hayatın ne olduğunu bilmezken, amansız bir sınav maratonunda bulmuşken kendimizi..
Sabah başlayıp akşamlara kadar süren ders saatlerinin içerisinde, piknik sepetimi koluma takıp yemyeşil bir çimenliğin içerisinde ,masmavi bir denizin kenarında bulurdum kendimi onun derslerinde.
Hatta bir süre sonra dersler yetmemiş, öğle aralarına taşan felsefe sohbetleri yapmaya başlamıştım kendisiyle..
O zamanlar Sofi’nin dünyası isimli bir kitap tavsiye edilmişti…
Hoş,işte benim de hayata karşı sorularım, sorgulamalarım bu kitapla başlamıştı.
Kitapta iki ayrım vardı insanlar arasında, tavşanın tüylerinin dibinde yaşayan insanlar ve tavşanın tüylerini tırmanıp, , tavşanın sırtından başka bir dünyayı görebilen insanlar…
Tavşanın tüylerinin dibinde yaşayan insanların hiçbir dertleri,sıkıntıları olmazdı.. Çünkü sıcacıktı, ne bir rüzgar eserdi üşütecek insanı, ne fırtına çıkardı, burada mutlu mesut yaşardı insanlar, hiçbir şeyin farkında olmadan…
Ama bir de tüyleri tırmanıp, başka bir dünyanın varlığını, görebilen insanlar vardı. Tabiî ki biraz üşüyerek, biraz korkarak ta olsa, başka bir dünyanın başka bir hayatın varlığını görüp, soru sormaya başlayan, sorgulamaya başlayan insanlar…
Tam da bu noktada felsefe hocamızın, bizlere sorduğu soru şuydu.. Siz hangi insanlardan olmak istiyorsunuz..
İki tarafta da mutluluk vardı aslında, birincisi bir şey bilmeden, anlamadan, hayatı yaşayıp, tamamlayıp gitmek, diğeri ise sorarak, öğrenerek, öğrendikçe ne kadar eksik olduğunu görüp tekrar öğrenme çabası içerisine girerek, bilginin verdiği farkındalıkla belki biraz mutsuz olarak belki de acı çekerek fakat bir şeyler bırakarak, bir şeyler üreterek farkında olarak çekip gitmek..
Daha lise sıralarındayken, bizlere çok önemli bir anahtar verilmişti aslında.. Ben de bu anahtarı alarak çeşitli kilitleri açmak için kullanmışımdır, hala da kullanıyorum teşekkür ediyorum kendisine…
Bu noktadan hareketle, aslında insanların günümüzde sürekli şikayet ettikleri, derinleşememe ve yüzeysel de kalma şikayetlerini irdelemek istedim bu yazımda…
Artık bizler , anlık zevklere hitap eden dürtülerin güdülendiği, sadece kendini düşünen,savaşların olduğu, çocukların öldüğü, bombaların patladığı, zamanın su gibi akıp gittiği bir dünyada yaşıyoruz..
Doğaldır böyle bir dünyada insanın kendinden başka bir hiçbir şeyi düşünememesi…
Kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen bir dünyanın ortasında adına globalleşme dediğimiz ancak globalizm adı altında egoizmin pompalandığı bir hayat var önümüzde…
Böyle bir ortamda, derinleşmeye çalışmak, tıpkı tüpsüz dalış yapmak gibi, daha derinlere gitmek isteyip te nefesimizin bitme korkusuyla tekrar yüzeye çıkmak gibi bir şey…
Hatta ve hatta, derinleşmeye çalıştığımız ilişkilerde bile, komik duruma düşüp, sosyal hayatın içerisinde çok sorgulama, çok takıyorsun gibi sorularla bile karşılaşabilirsiniz..
Böyle bir durumda insanın seçimleri ortaya çıkıyor, gerek önceden getirdiği seçimler gerekse şimdi yapmış olduğu seçimler..
Derinleşmek ve paylaşmak olgularının aslında insanı insan yapan ve diğer türlerden ayıran en önemli fark olduğunu bilmek gerekiyor..
Gerçek mutluluğu ve huzuru derinleşerek bulacağını bilmek ya da tavşanın tüylerinin arasında tavşan nereye giderse onunla beraber hareket etmek, seçim yine bizlerin…
Hızlı zamanın içerisinde, ilişkilerimizin çabuk tükenmesinin nedeni, tatminsizlik duygumuzun nedeni, zenginlik hırsımızın nedeni, yaptığımız seçimler ve hayatımıza aldığımız kişilerin bu seçimlere ne kadar saygı duyduğu ile ilgili bir şey..
Uzun lafın kısası, ya derinleşmeden yüzeysel kalarak mutlu sanarak yaşayacaksın, ya da mutsuzluğunun farkında olmaktan mutlu olacaksın…
Ya arayacaksın, gelişeceksin, üreteceksin…
Ya da yığınların içerisine girip, yüzeysel de kaybolup gideceksin…
Murathan Mungan’ın bir şiiri vardır hatta konumuza güzel bir örnektir, hatırlatmak isterim… Yeni Türkü de bestelemiştir…
Ya içindesindir çemberin ya da dışında yer alacaksın, kendin içindeyken kafan dışındaysa…
Gerisini sizler bulun artık.. Sevgilerim saygılarımla görüşmek üzere…