MİLLİ GURURU SAVUNAN
ROMANTİK KOMÜNİST
1949 SONRASI
1949 da Paris’te Nazım'ı kurtarmak için bir komite oluşturuldu.
12 yıldır hapishanedeydi, 16 yıl daha vardı.
Türkiye çalkalanıyordu, siyasi gerginlikte vardı.
İstanbul’da 1950 de “Nazım Hikmet” diye bir gazete çıkarıldı.
Nazım hapishane de açlık grevine başladı.
Karşı basın, Nazım Hikmet’i düşman bellemişti. İktidar yalakalığı yağıyorlardı.
Ve şöyle diyorlardı.
“İki yoldan birini seçmek zorundasın,
Ya Komünist inançlarından vazgeçmek, yada hapishanede ölmek” tercih senin.
Nazım, Bulgaristan, Arnavutluk. ABD gazetecilerinden destek aldı.
Nazım açlık grevini 14 Mayıs 1950 de bıraktı.
Hükümet değişmişti. Yani yeni hükümet zulmü yeriyordu.
Hükümet af çıkardı. Nazım hapisten çıktı.
Af edildi amma yine de tutuklanmak tehlikesi vardı, veya öldürülmek.
Askerliğini yapmadığı için, Askere alıp öldürmek istiyorlardı.49 yaşında idi.
Bir defasında Polisler otomobille ezmeye çalıştılar.
Devamlı 7 tane polis vardı peşinde. 24 saat nöbette idiler.
Polisleri atlatıp Refik Erduran yardımıyla,
Küçük bir motorla İstanbul’dan kaçtı. Boğaza çıkıp Karadeniz’e açıldı.
Köstence, Bükreş, Moskova.
Bursa hapishanesinde yazdığı “ Memleketimden insan manzaralı” en önemli eseridir.
Konusu 1908-1950 yılları arasını kapsar.
1919-1922 yılları kurtuluş savaşımız anlatılır.
Bu eser 20. asrın şiirsel tarihidir.
60 bin dizesi vardır.
Polis korkusundan çoğunu yakmıştır şimdi elimizde 15 bin dize vardır.
Destanda üçbin insan tiplemesi vardır.
Büyük Taruz şöyle anlatılır.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar: "Uc" dediler,
Sarisin bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun basına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon ovasına atlayacaktı.
İnsan manzaralarında, Yer Haydarpaşa Tren Garıdır.
Birinci Trende; çeşitli insanlar vardır.
Acı ve yoksulluğun ezdiği köylüler,
Bende,
O Trendeyim
Bende ezilen köylüyüm.
Atlayıverdim Nazımın Trenine.
Spekülatörler, Subaylar, büyük kodamanlar…
Öğrenciler ve oruspular …
İkinci Tren de,
Aydınlar, devlet adamları büyüklerimiz,
Kâr peşinde koşan yabancılar,
Garsonlar, tüccarlar hukukçular yolculuk etmekteler.
Bu iki Tren 20 yüzyıl Türkiye’sini simgelemektedir.
Hepsi canlı kişilerdir. Canlılık hepsinin ortak özelliğidir.
Şairler, bu canlılara sevgiyle, ve acıyla yaklaşmaktadırlar.
İkinci Trenin vagon restoranında aşçı başı Mahmut ve garson Mustafa,
Ulusal kurtuluş savaşı destanı okuyorlar.
Birinci ve İkinci ordular, kıt’aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde :
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.
İnsan manzaralarında dikkat çeken iki tipleme Dr. Faik ve Mahkûm Halil’dir.
Dr. Faik Anadolu da doktordur. Halkla iletişim kuramaz bocalar.
Onun için Anadolu, “Maddileşmiş bir vicdan azabıdır”.
Bir çıkış yolu bulamaz. İntihar eder. Cesedini Morga indirirler.
O sırada hastanenin kadınlar koğuşunda, bir bebek dünyaya gelir.
Mahkûm Halil yeni bir yeni bir doğuma tanık olur.
Kulağının dibinde bir kadın çığlığı duydu Halil.
Bakındı silkinerek.
Solda, ameliyat salonunun kapısı aralıktı
Ve buzlu camları aydınlanmıştı içerden
kör, bebeksiz, beyaz bir göz gibi aydınlık,
mücerret saf akıl gibi bir şey.
Sokuldu kapıya Halil.
Ve her nedense kötü bir iş yaptığını sanarak,
Bakılmaması gereken bir yere baktığından utanarak
içeri baktı.
Demin buzlu camlarda gördüğü aynı ihtirassız
aynı kansız ve sinirsiz aydınlığın içinde,
pırıl pırıl aletlerin arasında ve üstünde doğum masasının
sırtüstü devrilip yaslanmış bir kadın yatıyordu.
Alabildiğine ayrıktı bacakları
Ve kasıklarına kadar geçirilmiş beyaz bezlerin ortasında
kocaman, çıplak, müthiş bir çiçek gibiydi çiftleşme yeri.
Kadın iniltilerle sarsılıyordu.
Bileklerinden tutmuştu İsmet Hanım,
Başhemşire yanındaydı dahiliye doktorunun.
“Faik Beyin yerine,” diye düşündü Halil,
“dahiliyeci ne anlar bu işten,
bir kaza çıkmasa bari…”
Yeni bir çığlıkla sarsıldı kadın.
Başı düştü sola.
Faik’in devam ettiremediği yaşamı, cahil bir köylü kadın devam ettirmektedir.
Eylemsiz aydın yaşamın uzağındadır. Aydınlığı halk doğuracaktır.
Çocuğun çığlığı, “ Bir zafer Türküsü” gibidir.
Dünyayı değiştirmeye azim etmiş insan,
Ölümü yok sayar.
510 Nolu Trenin üçüncü mevki vagonunda.
Şahande Hanım adlı bir kadın vardır.
Bu kadın sevinç, acı, nefret duygularına yabancıdır.
Taş duvarlarla kendini insanlardan ayırmıştır.
Yaşayan cansız bir varlık gibidir.
Kadının kişiliğini Nazım sözcüklerle resim ediverir.
Çok uzun boylu
beyaz
ve kaşsızdı.
Yanaklarının eti yoktu.
Ağzı geniş ve buruşuktu
kapalıydı sıkı sıkıya
hiçbir zaman açılmamış gibi.
Şahande Hanım Şerif Ağanın karısıdır. İnsanlar dünyasının değil.
Eşyalar dünyasının ürünüdür.
Ömrü Şerif Ağanın tarlasında değirmeninde geçmiştir.
Başka kadından doğma üvey oğlu Yakup,
Değirmeni sahiplenmiş, ondan nefret etmektedir Şahande.
Şahande Hanım ,
Oğlu Ratip’e Yakup’un karısını, baştan çıkartmaya azmettirmiştir.
Yakup Rakip’i öldürür 7 yıl hapse mahkûm olmuştur.
Bütün mal Şahande Hanıma kalınca içinde yaşama isteği doğmuştur.
510 numaralı üçüncü mevki vagon.
Kadınlar bölmesi.
Yedi yolcuydular.
En ihtiyarları oturuyordu
pencerenin solunda.
Siyah yeldirmesinin içinde
kalın kemikleri kalmıştı yalnız.
Çok uzun boylu
beyaz
ve kaşsızdı.
Yanaklarının eti yoktu.
Ağzı geniş ve buruşuktu
kapalıydı sıkı sıkıya
hiçbir zaman açılmamış gibi.
Düşünüyordu rahmetli Şerif Ağanın karısı,
düşünüyordu Ratip ile Yakup’u.
Ağır ve karanlık kımıldanan bir düşünceydi bu
yıldızsız, sıcak bir gecede
ıslak sazlıkları hışırdatıp…
Öz oğluydu Ratip.
Üveydi Yakup.
Biri toprakta
hapiste biri.
Yakup öldürdü Ratip’i.
Düşünüyordu rahmetli Şerif Ağanın karısı
düşünüyordu Şahende Hanım,
Ölen oğluna acımıyor.
Ömründe hiçbir şeye acımadı zaten,
yalnız bir kerre
bir uzun mahmuzlu horozun ölümünden başka.
Nazım,
Olumsuz Dr. Faik, ve Şahande Hanım tiplemeleriyle,
Hayatın tek düze olmadığını, iyi ve kötünün At başı olduğunu belirtmek istemiştir.
İnsan manzaralarının, üçüncü kitabı tamamen ümitsizliktir.
Hapishanelerden, mahkûmlardan cinayet ve zorbalıktan söz edilmektedir.
Olaylar, Hapishanede, hastanede, revirde geçer.
Tüm kötülüklere rağmen şair, umutsuz değildir.
Umut kötülüklerin içinden neşet eder.
Üçüncü kitabın son hikayesinde. Trajik bir son vardır.
Dümelli köylü Mehmet , karısının hastaneye getirmiş,
Hastanın bağırsağı düğümlenmiştir. Doktorla Dümelli Mehmet, konuşuyorlar.
Bağırsağı düğümlenmiş,
Karnını yaracağız.
Ölür mü ki?
Ameliyat başarılı geçti.
Fakat tehlike devam ediyor.
Mehmet karısını Kağnıyla eve götürmek ister. Fakat götüremez hasta üç gün sonra ölür.
Ülke gerçekleridir bunlar. Bu gerçeği Nazım söyle anlatmıştır.
Doktorla Dümelli konuşuyorlardı:
“Bağırsağı düğümlenmiş,
karnını yaracağız.”
“Ölür mü ki?”
“Karnını yarmazsak ölür mutlaka,
karnını yararsak belki kurtulur.”
“İki bebesi var.
Komşuya koyup geldik.
Bir defa öldü müydü…”
“Karnını yarmazsak ölür mutlaka.”
“Gece harman yerinde hani,
örtümüz neyimiz de yok.
Bebeler de yanında.
Harman yerinde hani.
‘Uy anam!’ dedi bağırdı,
göbeğini bastırdı,
bulaştı kıvranmağa.
Ölür mü ki?
Bir ilaç yazıversen…”
“İlaç kâr etmez.
Karnını yaracağız.”
Dümelli karısını gördü.
Ayılmamıştı henüz.
Saçları tıraş edilmişti dibinden.
Yamru yumru, kabuklu patates gibi bir yüz.
Hastalıklı bir oğlan çocuğuna benziyordu.
Ve beyaz patiska nevresimin üzerinde
topraktan fışkırmış iki kök gibi duruyordu elleri.
Dümelli bıraktı elmaları hastanın ayak ucuna.
Baktı uzun uzun.
Baktı çipil mavi gözlerini kısarak.
“Hayrı kalmamış,” dedi, “kötüleşmiş.
Benim ala öküz de böyle olduydu bıldır,
yattı, kalkmadı bir daha.
Elmaları verin, yesin.
Elmayı sever.
Sağ olun, efendi ağa.”
Ve çıktı dışarı Dümelli ağlaya ağlaya.
çıkış o çıkış,
onu bir daha görmediler.
Ve üç gün sonra öldü kadın…
Benim Anam Antalya’ya 60 km uzakta bir dağ köyünden,
Hastaneye Köylülerin omuzunda salla geldi,
Hemen ameliyata almış Doktor.
Babama“Serum al gel oğlum eczaneden demiş”
Babam serumu getirmiş, ümitle.
Doktor,
“Başın Sağ olsun oğlum” demiş.
Memleketimizin gerçeği bunlar.
Bu gerçeği değiştirmek aydınların ve siyasetin görevi.
İnsan manzaralarının üçüncü kitabında hareketlilik yoktur.
Bir Anadolu hapishanesinin mahkumlarıdır, kahramanları.
Bu kahramanların tasviri Nazım Hikmet dilinde canlı ,göz alıcı ve yakıcıdır.
İşte örnek.
Şirin bir utangaçlıkla aralandı kapı
Gıcırdadı rezeler
Ve yuvarlak başı önde
Ürkek bir tosun gibi içeri girdi “Peder”
…………….
Adımda bir duraklayıp yürüdü Halil’e doğru,
Sonra yırtık, kocaman asker postallarını birbiri üstüne basıp
Tombul boynunu büküp durdu.
Bir başka mahkum,
“24 lük Ömer’in portresi
Yalnız 24 lük Ömer di konuşmayan.
Çömelmiş oturuyor, yumruğunu vuruyor dizine.
Gidip geliyor yumruğun içinde tahta ağızlık.
Kızmış gözlerini. Bakıyor karşısındakinin yüzüne
Ve düşünüyor 24 lük Ömer.
Yine yaz geldi çalı dibi adam kabul eder.”
Destanın dördüncü kitabında,1941 sonlarında Moskova önlerinde,
Kenti savunurken ölen Panfilov, birliğinden 28 Askerin öyküsü anlatılır.
1941yılı Kasım ayının son altısı.
Volokolamsk şosesinde karın üstünde
Alaman taklarının karartısı.
20 tane.
Simsiyah.
Koskocaman.
Her biri kör bir gergedan gibi yürüyor.
Öyle acıklı ve korkunç.
Ve aptal bir pehlivan gibi çirkin.
Hiç benzemedikleri halde akrebe benziyorlar.
Petelino- Garda siperde 28 insan gördü gelenleri.
Ve yorgun baktılar birbirlerinin yüzüne.
İnsan manzaralarının dördüncü kitabına Zoya destanı eklemiştir.
Annesi Celile Hanım bir Fransızca gazete getirir,
Bursa hapishanesinde Nazım’a.
Gazetede Zoya’nın portresi varmış.
O gece Zoya destanı yazmış Nazım.
Eşi Piraye’ye ve Çorum ceza evindeki,
“Kemal Tahir’e birer kopya göndermiş.
Nazım, Zoya Kosmodemyanskaya için yazmıştır;
Tanya (Zoe)
Arkada Moskova ayaktaydı.
Beyaz sargılarında kan.
200 milyon nüfuslu bir tek insan;
Arkada Moskova ayaktaydı.
Sükûnetli ve emindi yaşamaktan.
Uçaksavarlarla ateş ediyor
ve cebinde şiir kitabında bir yaprağın kıvrılmış ucu.
Tiyatroya, sinemaya, konsere gidiyor
dinliyordu Ştravs'ı ve Çaykofski'yi
top sesleri arasında.
Ve satranç oynuyordu siyah perdeleri inik camların arkasında.
Genç işçilerini ileriye, cepheye
genç tezgahlanın gerilere gönderdi.
İhtiyar işçiler hurdadan çıkarıp ihtiyar tezgahları
saat gibi işlettiler.
Moskova barikatlar yapıyor, tank çukurları kazıyordu.
Nazım,
25 Temmuz 1951 günü bakanlar kurulu kararıyla,
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı.
Ama O hiçbir zaman Türk kavramını tartışma konusu yapmadı.
Ulusal kimlikten vazgeçmedi. Vatanını delicesine sevdi.
Cumhuriyete karşı olmadı. Onun savaşçısı oldu.
Vatansız kaldı Nazım, ülkesinde vatandaş değildi.
Kaçtı ülkeden. Sovyetler kabul etmediler vatandaşlığa, nazlandılar.
Sovyetlerde Stalin yönetimde idi.
Polonya vatandaşı oldu. Dededi Mustafa Celaleddin Paşa, Polonyalı olarak dünyaya gelmişti.
Celaleddin Paşa Türküğü kabul etmişti. Nazımda Türk tü.
Yalnız bir komünistti. Enternasyolanistti. Kemalist’ti.
Ulusalcı ve devrimciydi. Tek parti döneminde düzmece sebeplere hapse atıldı.
İnançlarına ihanet etmedi. Kimseye boyun eğmedi.
Rus komünizmi eleştirdi.
“Kayınlar Rus sayılıyor. Kavakları Türk saydığımız gibi” dedi.
Yurduna aşkla bağlı idi. Arkadaşı Vala Nurettin ile;
İnebolu’ya “Yeni dünya” adlı vapurla gitti İstanbul’a.
İnebolu’dan Ankara’ya dokuz günde yürüdüler, Mustafa Kemal Paşa ile görüştüler.
Paşa onlara;
“Bazı genç şairler modern olsun diye konuşur gibişiir yazmak yoluna sapıyorlar”.
Size tavsiye ederim. Gayeli şiirler yazınız”. Önerisinde bulunmuş.
Nazım bu olayı,
“Biçimli güzel ellerini gördüm. Belki aklımda öğle kalmış, belki elleri öğle değildir.
O elleri öptüm. Amma gözlerinin mavisi saçlarının sarısı öyleydi.
Nazım üç sayfadan oluşan uzun bir şiirle halkı kurtuluş savaşına davet etti.
Bu şiir On bin adet basıldı, etkili oldu.
Bir yazısında, “ 67 gündür haksız yere hapisteyim.
Atatürk ilkelerine bağlıyım. Komünist olmam.
Anayasadaki altı umdeye bağlı olmadığım
Anlamına gelmez” diyordu.
İnançlarını savunuyordu. Emperyalizme gericiliğe, karşı savaş içinde oldu
Hep.
Rus sistemini eleştirdi. Komünist partisinden atıldı.
Alman Nazismini eleştirdi tek başına bir örğüt gibi çalıştı.
Hayatını çeviriler yaparak, operetler yazarak, şiirler yazarak kazandı.
Kruşcev’in damadının kendisine emir vermesine şiddetle karşı çıktı.
Boyun eğmedi. Sert tutum aldı. Sovyet bürokrasisini amansız eleştirdi.
“İvan İvanoviç var mıydı yokmuydu.” Eserinde bu konu tenkit edilir.
İlk gösteriminden sonra kaldırıldı. Bilimsel sosyalizme bağlı kaldı.
İnsanlık ideali vardı. Bu ideal için kendi ülkesinde acı çektirdiler O’na.
Bir hiç yüzünden 36 yıl hapis verdiler. 1950 de af edildi. Ama tuzak vardı.
Tuzağa düşmedi. Kaçtı ülkesinden.
BİRSONRAKİ YAZI; NAZIM’I DEĞERLENDİRME
Kaynak: 1- Ekber Babayev
Ustam be Ağabeyim Nâzım Hikmet
2- Bilim Ütopya Nâzım Hikmet özel sayısı
3- Hikmet Birant Alıç Ağacı ile Sohbetler
4- Aziz Nesin’in Nâzım Hikmet anıları