İkinci Meşrutiyet'in ilânı ve doğurduğu sonuçlar nazarı itibara alınırsa, bu hareketin siyasî tarih noktai nazarından Tanzimat'tan daha büyük bir hareket olduğu sonucuna ulaşırız. Dahası İkinci Mahmut gibi müdebbir bir sultanın vefatının ardından ilân edilen Tanzimat’ın, şöyle geriye dönük bakıldığı takdirde, İkinci Meşrutiyet sürecine göre hem daha iyi yönetildiğini hem de ülkenin dış politikası itibarıyla aşırı tahripkâr sonuçlara müncer olmadığını söyleyebiliriz. Kuşkusuz o günkü hareket de Sultan Mecid gibi oldukça genç ve zayıf bir sultanın döneminde cereyan etmiş olsa bile, öncü bürokrasinin kendi içinde yaşadığı bazı iç çelişkilere rağmen gene de yüksek bir devlet sorumluluğunun dışına çıkılmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Buradaki kastım her halde iki ayrı dönemin ve ekibin birinden diğerini tercih değil, bilakis yeni dönemin ve ekibin içinde bulunduğu şartların daha bir vuzuha kavuşturulması ihtiyacıdır. Gene aynı şekilde İkinci Abdülhamid ve İkinci Meşrutiyet kadrolarından birini merkez alarak, hadiseye öyle yaklaşmak hiç mi hiç değildir. Fakat ne olursa olsun Türkiye 1908 Meşrutiyeti ile tarihin en büyük kırılmalarından birine maruz kalmış, sonuçları itibarıyla da günümüze kadar devam edecek dalgalı bir sürecin başlangıcını idrak etmiştir.
Ne var ki bugün Türkiye'de yapılan İkinci Meşrutiyet dönemine dair değerlendirmelerin kendi reel şartlarından doğup beslenmediğini, daha ziyade de Mütareke dönemi ile İzmir Suikasti’nin ardından serpilip gelişen yeni bir mantığa oturtulduğunu, o noktadan geçmişe yönelik mahkûm edici bir bakışlar oluşturulmaya çalışıldığını söylememiz icap eder. Kuşkusuz bunun kaçınılmaz bir yanının bulunduğu da meydandadır. Fakat Mütareke ve Cumhuriyet dönemine ait aşırı önyargılı tutumların döneme ilişkin çoğu gerçeğin üzerini örttüğü ve daha ötede de yeni iktidar dönemlerinin kendi meşruiyetini üretmek sadedinde, bu eleştiriyi bir imkân olarak kullandıkları kabul edilmelidir. Yani nasıl İkinci Meşrutiyet kadroları, İkinci Abdülhamid dönemini aşırı biçimde yargılayarak kendi meşruiyetlerini topluma aktarmak istemiş ise; işgal altındaki İstanbul yönetiminin ya da Enver Paşa ve İttihatçı kompleksinden kendini arındıramayan Cumhuriyet idarelerinin tutumu da hemen bundan farksızdır. Eğer söylediğimiz hususu daha yakın bir örnekle desteklemek gerekirse, 27 Mayıs darbecilerinin Menderes yönetimini nasıl yargılayıp mahkûm etmeye kalkıştığını hatırlamakta fayda vardır sanıyorum.
Bu duruma göre geride bıraktığımız herhangi bir tarih döneminin, iki farklı okuması yapılabilir demektir. Birincisi, şartlara kendi içinden bakmayı denemek!.. Bu hem dönemi kendi içinden tanımak ve kavramak, hem de tarihin evirilme ve kırılma dinamiklerine nüfuz bakımından lüzumlu bir yaklaşımdır. İkinci yaklaşım ise ilgili dönem hakkında, bugünden geriye bakarak hüküm vermek!.. Kaldı ki bu tutum hem faydalı hem de zaruridir. Çünkü biz kendimiz olarak, ilgili dönemin ister istemez dışındayız. Fakat bu noktada, kendimizden önce çerçeveleri ön yargılı, mahkûm edici tutumların da darasını düşmek kaydıyla!
“Merkez Güç” Artık Saray’ın Dışında, Fakat Hani Nerede?
İşte şimdi bugünkü çağdaş birikim ve tecrübelerimizin ışığı altında, İkinci Meşrutiyet için ne söylenebilir? Çünkü bu hadisenin somut olarak algılanması tahlilinden ve hasıl ettiği sonuçlardan daha zaruri hâle gelmiş bulunmaktadır. Burada gözümüze ilk çarpan, Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte Saray yönetiminin dominant karakterlerinin tuzla buz olup çıkmasıdır. Tanzimatla amaç zaten budur. Tanzimat nesi İngiltere tipi meşruti krallık ister. Bütün ırk, mezhep ve dinlerin oluşturduğu kültürel kimliklerinin yanı sıra, siyasi hüviyetleri ile de tezahür etmesi karşısında, merkezin yani Saray’ın herhangi bir inisiyatifinin kalmamasıdır. Buradaki kastım Saray’ın ve İkinci Abdülhamid'in yüksek caydırıcı gücünün ortadan kalkması, merkezin bundan böyle toplumsal-siyasal dalgalanmalara kendini teslim etmek durumunda kalmasıdır. Özellikle Sultan Reşat’tan sonra Saray, devleti ve siyaseti yönlendirme gücünü tamamen kaybetmiş, güç ve iktidarın merkezi de bütünüyle Saray’ın dışına taşmıştır. Bu husus Mütareke döneminde kısmen bazı değişikliklere maruz kalacaktır.
Ancak daha garibi şudur ki Saray’ın dışına taşan iktidar gücünün somut, algılanabilir sınıfın ve heyetin eline de geçmemesidir. Çünkü 1876 anayasası etrafında teşekkül eden ortak muhalefet cephesinin kendi içinde müttehit bir grup oluşturamadığı ve aşırı derecede eklektik bir yapı arz ettiği meydandadır. Nitekim her türlü Balkan komitacılarının, bazı Arnavut ve Arap unsurların, daha ziyade de Abdülhamid'e keskin muhalefeti ile tanınan Musevi ve Ermeni örgütlerinin, bunlara ilâve olarak Mason localarının, bazı yabancı misyon şeflerinin, Saray içi ihtilaf gruplarının, bazı Rumelili Türk grupların, aşırı mesafeler kaydeden medrese orijinli veya değil, İslami birtakım sınıfların üst üste yığıldığı bu muhalefet cephesinin, ne büyük bir kapasite meydana getirdiğini kabul etmek gerekir. İşte böyle zamanlarda ortaya çıkan toplumsal-siyasal örgütlenmeler, doğrudan toplumun kendisinden daha etkili olabilmekte, hem merkezde gücü elinde bulunduran Saray veya Sultan üzerinde, hem de asıl tebaa nezdinde caydırıcı tesirler üretebilmektedir. Nitekim Saray bu gelişmeyi durduramadığı gibi, ortaya çıkan aktif muhalefetin caydırıcılığı karşısında da Meşrutiyet'i ilan etmekten başka bir çare bulamamıştır. Ancak gelişmeler bununla da sınırlı kalmamış, İkinci Abdülhamid'in devrilmesi noktasına kadar varıp dayanmıştır.
İkinci Abdülhamid’in Trajiğini Anlamak
Çok dıştan tasvir ettiğim gelişmeyi, şimdi kademe kademe tahlile çalışalım: İkinci Abdülhamid eğer arzu etse, mevcut gelişmenin önünü alabilir miydi? Hayır, kim ne derse desin, buna imkân bulunmadığı anlaşılıyor. Zira Abdülhamid o şartlarda, kendi iç emniyetini kaybetmemiş olsa idi, behemehal sürece müdahale ederdi diye düşünüyorum. Çünkü Saray, doğabilecek her türlü vahametin şuurunda olmalıdır. Ayrıca Sultan, daha önceki yıllarda Rumeli örgütlenmelerine dönük bazı tedbirler almış, fakat sivil ve askeri bürokrasinin muhalif cepheye katılmadıkları ya da mevcut gelişmelerin önünün alınamayacak derecelere vardığı biçimindeki raporlarla, Sultan'ın kuvve-i maneviyesi ile iyice sarsılmış vaziyette idi. Bu arada kargaşa çıkmaması, kan dökülmemesi cinsinden Abdülhamid'e atfedilen kanaatlerin fazla bir geçerliliğinin bulunmadığını kabul etmek gerekir.
İkinci Meşrutiyet ile başlayan ve vahim bazı sonuçlara doğru hızla evirilecek süreci, sırf daha anlaşılır kılmak bakımından, 1979'da İran Şahı’nın devrilmesi hadisesi ile irtibatlandırabiliriz sanıyorum. Hatırlanacağı üzere, Tahran sokaklarını kalabalıklar doldurmuş, “Şah İstifa!..” diye bağırıyorlardı. İşte bu toplumsal dalga karşısında Şah'ın ordusu ne yapacağını şaşırıyor veya Şah'ın emirlerini yerine getirmiyor. Ya da Şah, emir verse bile, bizzat kendisine bağlı ordu ve komutanların, kendi emrini yerine getireceğine dair ümidini kaybediyor. Yani her türlü yetkiye sahip bir iktidarın ya da iktidar gücünün merkezinde yer alan “irade’nin” yapayalnız kaldığı, yıkıldığı an!..
Kabul edelim veya etmeyelim! İkinci Meşrutiyet dalgası ve Hareket Ordusu karşısında Abdülhamid'in iç emniyetini ve çevresinde bulunan sivil-asker bürokrasiye olan itimadını kaybettiği; karşı bir harekâta geçmesi hâlinde ise Rumeli’nde olduğu gibi, bunun sonunun getirilemeyeceği kanaatine vararak hareketsiz kalmayı tercih etmesi ihtimali çok yüksektir. Dolayısıyla mevcut ortak cephe nazarında Saray’ın karizması sarsılmış, Saray bir güç ve iktidar merkezi olmaktan bütünüyle çıkmıştır. Neticede Meclis-i Mebusan'ın açılışının ardından Sultan'ın yetkileri de alabildiğine budanınca, “iktidar merkezi” tamamen Saray’ın dışına taşmak durumunda kalmıştı.YETKİLERİ BUDANSA MİTHAT PAŞAYI SÜRGÜNE GÖNDEREMZDİ
İkinci Meşrutiyet'in asıl felaketi de işte o zaman meydana çıktı. Çünkü Abdülhamid’i hal’eden muhalif cephenin, kendi aralarında “müttehit bir merkez” teşkil edemediği anlaşılmakta gecikmedi: 1876'da ilan edilen Mithat Paşa anayasasının yeniden ilanı veya “taçlı demokrasi” meşrutiyete geçiş!.. Bunlar bütünüyle gerçekleşmiş, fakat yönetim için, ülke için lâzım gelen istikrar bir türlü temin edilememişti. Dolayısıyla toplum ve ülkenin aşırı derecede ihtiyacını duyduğu nizam ve istikrarın temin edilememesi, ilgili dönemin asıl üzerinde durulması gereken tarafını teşkil eder. Yeniçerinin kaldırılmasından dolayı milli orduda oluşamadı. 31 mart vakıası alaylı subaylara tepkidir. 2.Abdülhamid örgütlemesidir
İkinci Meşrutiyet:
Türkiye İçin Sanki Yeni Bir Fetret Dönemi (1908-1913)
Bugünden geriye dönüp bakıldığında, şöyle veya böyle dört beş yıl kadar devam ettiği anlaşılan bu çalkantılı dönemi; 1908-1913’ün ardından gelen ikinci dönemden büsbütün ayrı düşünmek lazım gelir. Çünkü bu ikinci yarıyı hem daha istikrarlı hem de ülke adına söz söyleme yetkisini eline geçirmiş, bağlayıcı kararlar alabilen yeni bir merkezin ortaya çıkışı ile izah imkânı buluyoruz. Ayrıca bir önceki dönem bunun aksine, adeta bir kaos manzarası arz etmekte idi. Yani birbiri içinde farklı farklı iktidar odaklarının söz sahibi olduğu, bunların kendi aralarında hiyerarşik bir yapı oluşturmadığı, dolayısıyla iki de bir iç tasfiyelere başvurulduğu, karşılıklı tehdit ve kıtallerin eksik olmadığı garip bir kaos ortamı!.. İşte tam da böyle bir zamanda maruz kaldığımız Trablusgarp ve Balkan Savaşları!.. Dolayısıyla, İkinci Meşrutiyet’in ilânı ve Abdülhamid’in devrilmesi ile Saray’ın otoritesi sona erse bile, Babıali'de veya ordu içinde henüz merkezî bir otorite ve iktidar teşekkül edebilmiş görünmüyordu.
Bu bakımdan 1908-1918 arasında kalan on yıllık süreyi bir bütün telâkki etmemek, kendi arasında ikiye ayırarak okumak faydadan hâli değildir. Birincisi istikrarsız, farklı farklı güç odaklarının söz sahibi olduğu garip bir Fetret dönemi!.. Ya da bir nevi sürekli devrim yılları!.. İkincisi de İttihat ve Terakki'nin, kendi içinde ciddi bir iç tasfiyeye girişerek, iktidar otoritesini tekleştirdiği uzun savaş yılları!..
Bu bakımdan İkinci Meşrutiyet döneminin (1908-1913); Abdülhamid'i deviren ortak muhalefet cephesinin teşekkülü, kendi içinde ayrışması ve asıl iktidarın meydana çıkış safhaları olmak üzere kademeli biçimde okunması uygun olur diye düşünüyoruz.
İkinci Meşrutiyet ile Rus ve İran Devrimlerinin Mukayesesi
Burada biri daha yakın yıllarda cereyan ettiği, takibine de imkân bulunduğu için yukarıdaki süreci farklı bir açıdan daha, İran ve Sovyet devrimleri ile karşılaştırmamız faydalı olabilir diye düşünüyorum.
Nitekim 20. yüzyılda şahidi olduğunuz hemen her devrim hareketi, geniş ortak cephelere istinat etmektedirler. 1917 Rus devrimi böyle olduğu gibi, İkinci Meşrutiyet ve İran devrimleri de bu bakımdan benzerlik arz ederler. Nitekim farklı farklı, yerine göre de birbiriyle imtizacı kabil olmayan sınıf, ırk, din, mezhep ve ideolojik tabakaların, müşterek bir amaç doğrultusunda ortak muhalefet cephesi teşkil etmeleri önemlidir. 1917 Rus devrimi, Lenin’in önderliğinde gerçekleşmiş olduğu hâlde, onun da etrafında farklı unsur ve tabakalardan oluşan geniş bir ortak cephe söz konusu idi. Unutulmamalıdır ki bu ortak cephenin önemli unsurlarından biri, Çarlık yönetiminden aşırı derecede rahatsız olan Rusya'lı Türklerdi: Çuvaş, Kazak, Kazan, Başkurt, Kırımlı Türkler gibi! Onları Çarlığa karşı Lenin’le birlikte harekete ikna eden müessir gücün, İttihat Terakki ve dolayısıyla Teşkilat-ı Mahsûsa olduğunu burada kaydetmeniz gerekir. Lenin’in vefatından sonra özellikle de Stalin döneminde, Sultan Galiyef liderliğindeki Asyalı Türklerin, mevcut ortak cepheden kademe kademe tasfiye edildikleri bilinen bir husustur.
İşte Rusya'da olduğu gibi, İran’da da devrim arifesinde geniş bir ortak cephenin teşekkül ettirildiği bilinmektedir. Amaç da Şah’ı devirmek ve İran'da daha hürriyetçi ve İslâmi bir rejim tesis etmekti!.. Nitekim bu amaç gerçekleşmiş de sayılır. Fakat bizde 1908 Meşrutiyet’in ilânı ve Abdülhamid'in devrilmesi sırasında olduğu gibi, İran'ın tahribine varan bir manzara ile de karşılaşılmadı. Hatta İran ile Irak arasında cereyan eden büyük savaşa rağmen!.. Dolayısıyla bu iki farklı sonuç, mevcut darbeler arasındaki yapısal farklılıkta aranmalıdır. O da bizdeki ortak cephenin merkezî bir güç oluşturamaması, bunun uzun bir sürenin sonunda ancak teşekkül edebilmesidir. Zira İran devriminde bizdekinin aksi bir durum söz konusu idi. Ortak cephe orada, kendi arasında müttehit bir Şii ulema sınıfının merkezinde teşekkül etmiş; bunun etrafında da Azeriler, Belüçler, Kürtler, İranlı Araplar, Sünniler, komünistler ve sosyal demokratlar geniş halkalar meydana getirmişti. Hatırlayalım ki devrim sonrasında kademe kademe, Başbakan Bazergân’la ile birlikte Azeriler, Cumhurbaşkanı Beni Sadr’la birlikte İranlı sosyalist ve komünistler yönetimden tasfiye edilmiş veya ayrılmışlardı. Fakat merkez güç hiçbir zafiyete uğramadan yoluna devam etmiş, vaziyete hâkimiyet noktasında sarsıntıya uğramamış, daha ötede de devam eden bir savaşı, yeni toplumsal katılımlar üretmek noktasında büyük bir imkâna dönüştürmeyi başarmıştı. Dolayısıyla İttihat ve Terakki muhalefeti içinde merkez bir gücün yokluğu, daha doğrusu da devrimin çok başlılığı ve farklı farklı iktidar gruplarının mevcudiyeti yüzünden; emrivaki suretinde patlak veren her savaş durumu bizde parçalanmalara yol açmaktan geri kalmamıştır. Kâmilen bütün Balkanlar'ın ve Ege Adaları’nın kaybı bu karmaşık yıllarda gerçekleşti.
1908’de Kim Haklı idi, ya da Hata Nerede veya Kimde idi?
Netice olarak söylemek gerekirse, buraya kadar yaptığımız değerlendirmelerde ne Abdülhamid'in ne de İkinci Meşrutiyetçilerin haklılığı veya haksızlığı hususuna işaret edilmiş değildir. Mümkün olduğu kadar nesnel kalmaya gayret ettiğim yukarıdaki bu bölümlerin ardından, şimdi asıl söyleyeceklerimize geçebiliriz:
- Güçlü ve müstakar bir merkez etrafında teşekkül etmeyen devrim hareketleri; kendileri için de ülkeleri için de büyük tahribatlara yol açmaktan geri kalmazlar. Dolayısıyla İkinci Meşrutiyetçilerin ve İttihatçıların asıl büyük zaafı, ne Meşrutiyet ve yeni anayasa taleplerinde, ne de “bilâ tefrik-i cins ü mezhep” bir Osmanlı toplum yapısı idealinin peşine takılmalarında değil, bilakis bu ortak cepheyi kontrol edecek, sevk ve idare edecek güçlü bir merkez yokluğunda aranmalıdır.
- Sultan Abdülhamid'in tutumuna gelince!.. Burada her türlü iktidarlar için geçerli bir hataya vurgu yapılması lüzumu doğuyor. Devlet veya iktidarlar, kendi ülke ve milletlerini muhafaza hususunda, bazen öyle aşırı derecede bir korumacılığa kaptırıyorlar ki kendilerini, tahmin edilemez!.. Yani kendilerinden sonra korkunç bir felâket mukaddermiş gibi bir duyguya kapılmak!.. Abdülhamid'in yaygın Meşrutiyet talebi karşısındaki kaygısı da zaten bunu ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz onun bulunduğu noktadan bakıldığı takdirde, durum gerçekten öyledir. Zira İngiltere ve Rusya, Osmanlı'nın parçalanması hususunda anlaşmış vaziyette idiler. Ayrıca İttihat ve Terakki'nin Avrupa şubeleri ile içerideki azınlıkların arasında, “düvel-i muazzamanın” tahrik ve teşvikleri eksik olmuyordu. Dolayısıyla Abdülhamid açısından bütün bu endişelerin kabul edilmesi gerekir. Fakat bu endişeye ve realitelere karşı, durumu tersine çevirecek ne yapılabilirdi? Böyle bir ihtimal söz konusu mu idi?
Onun için, muhtemel bazı bölünme ve parçalanma ihtimallerini de göze alarak; Abdülhamid'in üç beş yıl öncesinden Meşrutiyet'i ilân etmesi, çok daha isabetli olabilirmiş diye düşünüyoruz. Dolayısıyla içinde yanılma payı da bulunmak kaydıyle, eğer böyle bir netice hasıl olsa idi, Meşrutiyet talepleri daha bir tolere edilebilir, işler de Sultan’ın devrilmesi noktasına kadar varıp dayanmayabilirdi. Ayrıca ülke olarak, daha sağlıklı bir Meşrutiyet dönemi idrak edebilirdik. Gene bu hâlde nâzım rolü Saray oynar, parçalı iktidar gruplarından oluşan ortak cephesinin dalgalı, tahripkâr seyrini elsiz ayaksız izlemek durumunda kalmayabilirdi.
- Bu iki hususu biraz daha açmak gerekirse şunlar söylenebilir:
İlk elde İkinci Meşrutiyet Ortak Cephesi'nin, Meşrutiyet talebi ile yargılanması, o gün için de bugün için de doğru olmaz. Bu fikrin dışarıdan gelmesi, yabancı güçler tarafından desteklenmesi de bu sonucu değiştirmez. Çünkü bir noktadan sonra, dünyadaki gelişmelerden kopmak mümkün olmayabiliyor! Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok partili sisteme geçmek, Tek kutuplu dünyada yaşamak veya gümrük duvarlarının kaldırılması gibi (Avrupa Birliği). Dahası, ülke içindeki muhalefetle yabancı güçler, ortak bir parantez teşkil ettiği zaman, buna karşı direnmek ne kadar haklı bir temele dayanırsa dayansın, bir noktadan sonra işler ülkenin tahribine kadar varıp dayanabiliyor. Kuşkusuz bu anlar, tarihin kırıldığı bir noktadır ve asla buna meydan verilmemesi gerekir. Zaten asıl büyük ileri görüşlülüklere de böylesi zamanlarda ihtiyaç duyulmaktadır.
Tarihin Kırılma Anı:
İttihatçıların Zaafı, Abdülhamid’in Zaafı
Bu bakımdan İkinci Abdülhamid'in bir noktadan sonra, ortak talebe ve baskıya takaddüm etmesi, onu tolere etmeye çalışması, dolayısıyla da her şeye rağmen devletin başında kalmanın bir yolunu bulması icap ederdi diye düşünüyorum. Daha ötede, ülke adına bilinçli bir küçülmeyi göze almaya kadar da vardırılabilirdi bu iş!.. Çünkü bu bile daha az zararlı olabilirdi, imparatorluğun ve devletin geleceği bakımından!..
Dolayısıyla İttihatçıların asıl büyük hataları Meşrutiyet taleplerinde değil; Osmanlı-Türk devlet ve yönetim geleneği bakımından asla mazur görülmesi mümkün olmayan Abdülhamid'i devirmeye kalkışmalarında aranmalıdır. 31 Mart vakası etkili oldu. Gerçi biz Osmanlı tarihinde, böylesi bid’atlerle hiç karşılaşmamış da değiliz. Genç Osman'ın ve Üçüncü Selim'in devrilmeleri gibi!.. Fakat aynen günümüzdeki gibi, yeryüzü dengelerinin yeni baştan kurulmaya çalışıldığı bir safhada gerçekleşen bu darbenin, bizi ülke ve millet olarak, belki Yıldırım Beyazıt fetretinden sonraki en acı akıbet ile yüz yüze getirdiği de bir gerçektir. Dolayısıyla İttihatçılar kendi aralarında güçlü bir merkez oluşturup da işe öyle girişselerdi, bu olumsuz sonuç belki hasıl olmayabilirdi diye düşünülebilir. Aynen Rus ve İran devrimlerinde olduğu gibi!.. Bu bakımdan katılım itibarıyla yaygın ve güçlü, fakat merkezi itibarıyla meçhul darbe süreçlerinin karanlığından daima ürkmek gerekmektedir.
Fikir mi Politika mı?
Osmanlıcılık, Türkçülük, İslâmcılık!
Bu arada 1908 ile 1918 yılları arasında toplum ve aydınların Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık gibi siyasi cereyanlar ile yüz yüze kaldığı bilinen bir husustur. Şimdi çoğu kişi bu akımları, şartlarından soyutlayarak algılamak taraftarı oluyor. Sanki aynı zaman dilimi içinde, birbirinden bağımsız üç ayrı siyasi akım varmış da, aydınlar onlardan birine taraftar oluyorlarmış gibi! Durumun böyle olmadığını, bilakis İkinci Meşrutiyet hareketinin o başlangıç yıllarında, “bilâ tefrik-i cins ü mezhep” bir Osmanlıcılık politikasının yürürlüğe konulduğunu, aydınların ve yöneticilerin çoğunun da bu yolda düşündüğünü söylememiz icap eder.
Nitekim Ziya Gökalp de Turan şiirinden çok daha önce, Uhuvvet Şarkısı (1909) adlı şiirini bu sebeple yazmış değil midir?
Osmanlıyız kardeşliktir kanunumuz bizim
Bir milletiz, Mihal Gazi ordumuza gireli!..
Din farkını aramamak hepimizin emeli.
Bir vatanın evlâdıyız, mezhep bizi ayırmaz
Acem bizi esirgemez, Frenk sizi kayırmaz.
...
Din başkadır, vatan başka, bunu ayırt etmeli
…
Bütün dünya kardeşliği bizden örnek alacak vs.
Dikkat edilirse Gökalp'in Meşrutiyet’in ilk başlarında yazdığı şiirinde, müşterek bir vatan üzerinde yaşayan, müşterek bir millet teşekkül ettirilmek arzusu yatıyor. Ayrıca o şiirde milletin, din ve ırk merkezli düşünülmediği de meydanda. Mihal Gazi ortak paydasında, Ortodoks Rum nüfuslarla geniş bir akrabalık temin edilmeye çalışılırken; buna karşılık Ortodoksların Frenklerden (Batılı Katolik ülkelerden); Müslüman Sünni nüfusların da doğudaki Acem’lerden (İran) ayrı mütalea edildiğine dikkat edilmek gerekir. Doğudaki İran şiası ile (Sünni Araplara yönelik bir mesajdır bu), Katolik Avrupa arasında yepyeni bir toplumsal tekevvün arayışı!..
Dolayısı ile ilgili dönemin (İkinci Meşrutiyet'in) resmi politik söylemini, hiç olmazsa başlangıç için bu merkezde düşünmek gerekir. Yani
Osmanlıcılık fikri, şartların doğurduğu bir politika idi ve o günkü şartlarda yanlış da değildi. Hatta Tanzimat’tan, İkinci Abdülhamid’ten beri sürüp gelen Osmanlıcılık politikası bilindiği gibi sürüp gitmedi, gidemedi. Ardında da Balkan Savaşları sırasında, kademe kademe Türkçülük politikaları öne çıkmaya başladı. Fakat Ortodoks kavimlerin ve Müslüman Arnavutların peyderpey Osmanlı'dan kopması sonucudur ki bu sefer de İttihat Terakki yönetimi, Arapların kaygısına düştü. Özellikle de Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile birlikte ilân edilen “Cihad-ı mukaddes fetvası” ile yönetim, ağırlıklı olarak İslamcılık politikalarını öne çıkarmak mecburiyetinde kaldı.
Bu bakımdan her üç politikayı ve görüşü, birbirinin alternatifi ve zıttı olarak değil, bilakis birinden diğerine evirilmeler şeklinde ve aynı dönemin muhtelif safhaları biçiminde okumak daha gerçekçi bir tutum olur. Bir başka husus da
Osmanlıcılık,
Türkçülük ve
İslâmcılık gibi akımların, fikrî olmaktan ziyade siyasi birer tutum olduğu gerçeğidir. Daha doğrusu da bu görüşlere yaygın dönem politikaları nazarıyla bakmak gerekir. Aynen Cumhuriyet’e veya demokrasiye taraftar olmak da böyledir. Bunlar bir fikir değil, dönem politikalarıdır. Avrupa Birliği'ne taraftar olmak veya karşı çıkmak gibi. Dolayısıyla fikrî akımları, bu tür genel geçer politikaların dışında düşünmek icap eder.