Heeeey! Düldüldeyiiiiz!
Düldüle adım atan Bahar’ın ve arkadaşlarının coşkulu sözüydü.
Coşkuları da düşlerinin gerçekleşmesiydi. Düşleri mi? Öğretmen olmaktı. Ve öncesinde köyde staj yapmak.
Düldüle binerken gülümsüyor, dingin görünmeye çabalıyorlardı yaa!.. Mutluluktan kelebekler uçuşuyordu her birinin yüreğinde...
Tombul güzel yüzünü aydınlatan sevecen bakışlarıyla karşılıyordu; otobüse binerken attığı çığlıktan utanarak “Günaydın öğretmenim!” diyenleri. “Günaydın!” karşılığı verirken de sıcacıktı sesi.
Evinin okula uzak olması, yoğun trafik, hiçbir şey derse zamanında gelmesini engelleyememişti aylardır. Bugün de ilk o gelmiş, düldülde yerini almıştı uygulama dersi öğretmeni Nilüfer Günal. Kent içindeki okullarda staja gittikleri günlerde öğrencilerine duyumsattığı; “Yalnız değilsiniz, benimlesiniz, gereksindiğiniz her an yanınızda olacağım!” der gibiydi.
Düldül mü? Okul gezilerine giderken sevinerek bindikleri otobüsün adıydı “Düldül!” Bu adı kimin, neden ve ne zaman taktığını bilmezlerdi. Aksıra tıksıra, ağır aksak yol aldığından mı? Yoksa, yılların yorgunluğunu yadsımayan yıpranmış görüntüsüyle sıklıkla bozulması, yolda bırakmasından mıdır bilmiyorlardı? Yolda kalmak umurlarında değildi ki! Aksine… Ali abi aklına estikçe bozulan arabasını onarmakta ustalaşmıştı. Burnundan soluya soluya, emektarının derdini çözmeye çalışırken; onlar da yol kenarında dizilip oyun yaratır, eğlenirlerdi. Oyunları da kâh gelen geçen arabaların plakasındaki harflerden sözcük türetmek, kâh sürücüsünün yüzüne bakarak meslek yakıştırmaktı. Dışarıda birazcık daha kalabilmeyi, okula geç dönmeyi özgürlükten sayar mutlanırlardı. Eeee düldül yolculuğunu sevmek için daha ne olsun ki!
Bu yıl birinci dönem haftada bir gün, İstanbul’un farklı semtlerindeki okullarda derse girmiş, öğretmenlik stajı yapmışlardı.
Coşkuyla bindikleri düldülle yolculukları, kent içindeki en uzun olanıydı.
Bir gün önce duyurulan kalkış saatine daha vardı ama herkes yerini almıştı. Kızdırmaya da üzmeye de kıyamazlardı sevgili öğretmenlerini? Bilirlerdi zamanın iyi kullanılmasındaki duyarlılığını.
Tıknaz yapısıyla beden eğitimi öğretmenine benzetemedikleri Md. Baş. Yrd. Nihat Özturan otobüsün önünden geçip kapıda görününce herkesin yüzü bulutlanmış; eyvah! demişlerdi iç çekerek. İki gün önce dersten sonra sınıfta halk oyunu oynadıkları için acımasızca dövdüğü arkadaşlarının yüzlerindeki acısını duyumsayarak...
Sınıfları onun odasının üstünde olduğundan, rahatsız olmuştu! Oysa biliyordu yıl sonunda gidecekleri Edirne Öğretmen Okulu gezisi için çalışıldığını!.. Aydınlık yüzlü, iyi huylu, çalışkan arkadaşlarıydı. Büyük suçları! okulu tanıtmak için gidecekleri gezide, ellerinden gelenin en iyisini yapmak olan canlarıydı… Bu acımasızlık da neyin nesi bilememişlerdi? Can arkadaşlarıyla tek yürek olmuş kahrolmuşlardı… Utançtan, hınçtan, kızgınlıktan, üzüntüden... Ve de halk oyunlarının anlamını çok iyi bilmesi gereken bir beden eğitimi öğretmeniydi böyle davranan! Onun gibi öğretmen olmamaya ant içmişlerdi.
Sanırım hepimiz aynı şeyleri düşünmüştük iç çekerken. Sabah sabah onu görüp “keşke gelmeseydi” derken.
En son binmiş, koltukların aralarında “Gelmeyen var mı?” diye; fıldır fıldır gözleriyle yoklamasını yapmıştı! Yüzümüzü, giyimimizi keskin bakışlarıyla inceliyor, erkeklerin tıraşlı, kızların makyajlı, kıyafetlerinde abartı olup olmadığını yokluyordu. Bir ay, okulun beyaz gömlekli lacivert forması olmayacaktı. “Yolculuk için rahat edeceğiniz biçimde ne isterseniz giyebilirsiniz.” demişti oysa Nilüfer Hanım.
Onun için görünüşten daha da önemli olan, kızlarla erkeklerin ayrı oturmalarıydı. Çocuk yaşta başlayıp altı yıldır yatılı okulda okuyorlardı. Ailelerinden uzakta olduklarından onları üzecek hiçbir şey yapamamaya çalışıyorlardı. Düşünerek ve ölçülü davranan bu gençlere hiç mi hiç güvenmez, ödü kopardı yan yana geliverecekler diye. Oysa, çoktaaaan kardeş olmayı öğrenmişlerdi kızlarla erkekler... Ve yasaklarla ilgili değildi birbirlerine davranışlarındaki incelik. Kardeşten öte dostluktu, sevgiydi aralarındaki bağ. Gönül gönüle bağlananları da ne Özturan ne de başkası ayırabilirdi! Bilmez miydi? Akranımız oğlunun bir kız arkadaşı vardı seminerli ve bizden küçük sınıftaydı. Kantinde yan yana oturmalarını da okulda birlikte gezmelerini de görmezden gelirdi. Ama Özturan bu! Kendi çocuğu olmayanlara idi yasakları!.. Mezun olmalarına birkaç ay kalmış gençlerin gururunu düşünmeden azarlayacak bir şeyler arıyordu!..
Bulamamıştı! 3-A sınıfını azarlayarak mutluluk yaşayamamıştı! Çalışkanlıklarıyla, büyük küçük bilen özenli davranışlarıyla, öğretmenlerin parmakla gösterdiği sınıflardı seminerliler…
Yüzünde, alışık olmadıkları gülümsemesi; ‘şu staj da nerden çıktı, bir an önce teslim etsek köylerinize sizi de bitse bu iş!’ diyen bakışlarıyla oturdu Nilüfer Hanımın yanına. Şoför Ali abiye seslendi:
-Artık hareket edebiliriz!
Okulun; Dereboyu caddesine açılan iki kanatlı demir kapısında yana çekilmiş, otobüsün çıkmasını bekliyordu bekçi. Atom karınca gibi her yerde karşılarına çıkıveren bekçi Murtaza. Özellikle sigara içen erkeklerin korkulu rüyasıydı. Cumartesi günü evine gidip pazar akşam üstü birazcık gecikerek okula dönen evci kızların da… Okuldan kuş uçurtmayan, ufacık çocukça yaramazlığı affetmeyen, Özturan’ın gözü kulağı bekçileriydi! Kazıtır mıydı, saçı mı yoktu bilememişlerdi yıllardır? Bu sabah daz kafası gibi yüzü de aydındı; asık değil. Gülerek uğurluyordu stajyerleri. Eeeee Özturan’ı yolcu ediyordu! Sevimli görünmek, yaranmak istediği bizler değildik! Umurunda mıydı stajyerler?
Dereboyu’ndan Çırağan caddesine dönen otobüsümüz sabahın yoğun trafiğinde Beşiktaş’a doğru dur kalk yapa yapa ilerlemeye çalışıyordu…
Fazilet ÖZKAN POR
06/06/2023