Uçuşu 14.30’daydı. İki saat önce alanda olmak gerekiyordu; yurt dışı uçuşlarında.
Leyla ile kocası Tuncer bırakacaklardı havaalanına.
Önceden kararlaştırmışlardı evden çıkış saatini ama... Mart ayında, havanın böyle kötü olacağını hesaplamamışlardı ki! Sabah on diye konuşmuşlar, bembeyaz karla uyanmışlardı. ‘Yol kapanabilir erken çıkalım’ diyerek; yarım saat önce gelmişlerdi sevgili komşuları. İnce düşünceli komşularını çok bekletmemek için hazırlıklarını hızla tamamladı. Odaları tek tek dolaşıp, girip çıkarken telaştan açık unuttuğu lambaları söndürdü. En son da girişteki alarmı kurup, hızla kapıyı kilitledi. Geç kalıp ‘alarm çalmasın, tüm mahalle ayaklanmasın’ diyeydi acelesi.
Günlerdir şurup gibiydi hava. Rüzgârsız, ılık, yumuşacık… ‘Oh, ne güzel! Bahar geldi’ diye sevinirken; birden soğumuştu. Dondurucu bir soğuktu üstelik. Tam hasta olunacak havaydı. Sabah duşunu aldıktan sonra saçlarını da iyi kurutamamıştı. Neyse ki beresi korumalıydı. İyice sarıyordu başını; omuzlarını da. Dışarı çıkar çıkmaz,‘Üşümem!’ diye düşündü; sabahın ayazında yüzüne çarpıp eriyen karları eliyle silerken.
Gece boyu yağan kar, masumiyetin rengi bembeyaz örtüsüyle süslemişti doğayı. Bahçedeki ağaçların dalları da öbek öbekti kardan. Üşümüş, birbirine iyice sokulmuş bir çift ‘gülen kumru’ ilişti gözüne tarçın rengi başıyla. Ayva ağacının yüksekçe bir dalına tünemişlerdi. “Her koşula uyum sağlayan, asla eş değiştirmeyen ‘sevgi kuşu’ kumrular… Ah keşke insanlar da sizler gibi olabilse…” dedi içinden; hüzünle, sevgisiyle ısıtırcasına bakıp…
Arabasında bekleyen Tuncer, evin kapısını kilitlerken yetişti. Her zamanki yardımseverliğiyle, bavulunu elinden alıp bagaja yerleştirirken; ‘Ne olur ne olmaz’ diyerek, su saatini kapattı. Bahçe kapısının anahtarını çevirirken zorlandı. “Her iş de bana kaldı! Yağlanmak istiyor, paslanmış yine.” dedi bezgin… İçinden... Açık kalmasından çekinerek, evin panjurlarına da göz gezdirdi çabucak. Karların kayganlaştırdığı kayrak taşlı yolda düşmekten korkarak; ayağının altında yumurta varmış gibi yürüdü arabaya doğru.
Arabanın kapısını açar açmaz, radyodan yayılan müzik sesiyle irkildi… İçten, güleç yüzüyle, oturduğu ön koltuktan arkaya dönerek; ‘Günaydın!’ dedi Leyla olan bitenden habersiz…
Timur Selçuk’un en güzel bestelerinden biriydi çalan. O benzersiz sesiyle, duyarak, yaşayarak yorumluyordu şarkısını:
Yollarımız burada ayrılıyor,
Artık birbirimize iki yabancıyız.
Ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi, evet her şeyi unutmalıyız.
Hiç yaşamamışçasına hiç sevmemişçesine… (*)
Müzikle; küllendi sandığı içindeki kor yeniden alevlenmiş, alt üst olmasına yetmişti. Yüreğinde esen fırtınayı dindirmeye, duygularını gizlemeye çalışarak gülümsedi; ‘Günaydın’ dedi Leyla’ya. Derinden bir iç geçirdi; sessiz, duyulmasından çekinik.
Tuncer arabayı çalıştırmış, karlı yolda, ardında derin izler bırakarak ilerliyordu. Evden ağır ağır uzaklaşıyorlardı.
Son kez dönüp baktı. İçi buruk, gözleri buğulu… Issızlaşmış, yalnızlığın hüznü çökmüş adeta küçülüvermişti iki katlı evi... Onca güzel yaşanmışlığı ardında bırakarak gidiyordu. Yıllardır biriktirdiği anıları yanındaydı yalnızca… Ve yüreği; çağıl çağıl…
Kararını verirken, her şeyi düşünmüştü uzun uzun… Bu burukluk da neyin nesiydi! Bilemiyor, kendi kendine kızıyordu.
Değişik bir sesle irkildi. Leyla’nın telefonuydu çalan. Uzaktaki babası arıyordu. Onun yüzünden arayamamıştı her günkü saatinde. Yalnız yaşayan babası, neden aranmadığının merakı içindeydi… İyi olduklarına ikna etmeye çalışıyordu Leyla da…
Üniversitede kimya profesörü Tuncer ve hat sanatçısı Leyla ile birlikte olmak her zaman keyifliydi. Sanattan edebiyata, sinemadan ilginç yemek tariflerine, doyumsuz söyleşiler yapar, zamanın nasıl geçtiğini anlamazlardı.
Telefon konuşması uzayacak gibi görünüyordu Leyla’nın.
Susuyorlardı…
Kendi içine, geçmişine döndü…
Kocasının; yurt dışı bağlantısı olan şirkette, yeni bir işe başlamasıyla alt üst olmuştu yaşamları. Önce; günü geceye ulayan çalışma saatleri, giderek sıklaşan, uzun iş yemekleri... Sonra da yalnızlığının tuzu biberi yurt dışı iş gezileri… Yirmi beş yıl evlilikten sonra kocasından ayrı olmaktan hoşlanmıyordu. Ev bom boştu hanidir. Artık mutluluk kokmuyordu odalar. Yalnız geçen gündüzlerin akşamları, daha da bunaltıyor, dayanılmaz oluyordu… O’na sarılmadan yalnız yatmak, simsiyah gecelerin, olmayan sabahlarını uykusuz beklemek kahrediyordu.
Bambaşkaydı her şey bir zamanlar!
Öylesine başlayıvermişti arkadaşlıkları. Güzel mi güzel, yıllar süren doğal bir arkadaşlıktı... Ne zaman, nasıl olduğunu anlayamadan, duyguları değişivermişti. O duygunun ne olduğunu bilemeden; aşkın büyülü taşları döşenmişti yüreklerine. Titrek, ürkek sevgiydi yaşadıkları. Sevdiğini incitmeden, kırmadan… Doyumsuz… Ömür boyu süreceğine inandıkları incelikli, yumuşacık bir sevgi... Dostluk tohumlarıyla yeşeren bir sevgiydi. Mutluydular evleninceye dek; sonrasında da… Herkesin dilindeydi sevdaları. “Kimse birbirine sizin gibi bakamaz, kimsenin gözlerinde, böylesi sevda ateşi yanmaz.” derlerdi birlikte oldukları arkadaşları…
Çocuklukları da birlikte geçmişti. İki ev vardı aralarında. Kimin önce taşındığını bilemedikleri sokakta, hep birlikte oturduklarını, yaşadıklarını sanacak kadar eskiydi komşulukları.
Aynı sınıftaydılar; hem ilkokulda, hem ortaokulda. Aynı lisede okurken, sınıflarının ayrılığı da ayıramamıştı onları. Üniversitede bile bölümleri ayrıydı yalnızca. O inşaat mühendisliği, kendisi seramik okumuştu.
Okul bitince de evlenme teklifi etmemişti. Hani, her kızın beklediği türden bir teklif… Mum ışığının aydınlattığı, seçkin bir yerde; ellerini ellerinde, gözlerinin içine bakıp ‘Benimle evlenir misin?’ dememişti. Bir gün, çay bahçesinde; ‘çay içer misin’ der gibi: ‘Pazar günü annemler size gelecek.’ demişti yalnızca... Sonunda herkesin beklediği şey olmuş, sade bir törenle evcilik oynar gibi evlenivermişlerdi...
Hala telefonla konuşuyordu Leyla.
-Babacığım yoldayız göz gözü görmüyor kardan, tipiden. Silecekler bile yetişmiyor, öyle bir kar işte... Temizleme araçları önümüzde. Bir yandan kar temizlerken bir yandan da tuzlama yapıyorlar. Merak etme!
Leyla; kızıyla konuşmak için sözü uzatan, her şeyi bilmek isteyen babasıyla baş etmeye çalışıyordu ki… Havaalanına geldiler.
Bavullarını arabadan indirdi Tuncer. Dış hatlar terminaline kadar taşımasına izin vermedi; yormamak için…
Leyla ve Tuncer ile esenleşip, el salladılar birbirlerine ayrılırken. Korona salgını nedeniyle sarılamıyor, tokalaşamıyorlardı bile ne yazık ki.
Yoğun tipide, hızla yürüdü dış hatlar terminaline doğru. Soğuk havadan sonra sıcacık geldi içerisi. Komşularının geri dönüşlerindeki güçlüğü düşündü; böyle bir havada yorduğu için üzülerek.
***
24 saat önceden almıştı yer numarasını; internetten. Bavullarını verecekti bagaja yalnızca. Bavul teslim sırasına girdi; erken gelmesine karşın, upuzun olmasına şaşırarak. Bekleyecekti…
Kızlarını düşündü özlemle... Hiçbir şey söylememişti. Gittikten, arkadaşının kiraladığı eve yerleştikten sonra arayacaktı; ikisini de.
İtalya’ya bir kez giden, ‘mutlaka yeniden gider’ derlerdi de inanmazdı. Ancak, üçüncü kez gidişinin böyle olacağını düşünemezdi; iki ay öncesine dek…
***
Kızları üniversiteyi bitirmiş başka kentte iş bulup kendi yaşamını sürdürüyordu. Anneleriyle konuşacak zamanları bile yoktu. Yine de arar sorar gönül alırlardı. Ne zaman babalarının evde çok az zaman geçirdiğini söylese karşı çıkarlar: ‘Ama anne çok çalışıyor, kendine bir hobi ayarla, seramik atölyeni yeniden canlandır. ’ya da ‘Babamın hala sana sevgi dolu bakışlarını görmezden gelme.’ derlerdi. Babalarına laf söyletmezlerdi! Çocukluklarından beri…
Yakınmayı sevmiyordu. Ezik, güçsüz bir kadın değildi… Yıkılmış da değildi... Yalnızca, evliliğinin eski günlerini özlüyor. Sevgi dolu kocasını, uyumlu evliliğini geri istiyordu. Yaşamı paylaşması, sevdiğine zaman ayırmasıydı tek beklediği kocasından… Eskiden olduğu gibi… Hepsi buydu!
Aralarına girmişse boşluk, korunamamışsa mutlu birliktelik…. Zorlamak gerekmiyordu...
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi
O günlerce gecelerce sevişmelerimizi… (*)
Yıllarca; arkadaş, dost, sevgili olan kocası, kendine başka bir yaşam kurmuştu. Adına ‘iş değişikliği’ dese de alt üst olmuştu evlilikleri. Ayaklarının altından kayıp gidiyordu mutlu yaşam.
Geçmişin mutlu yaşanmışlığını anlatan sararmış fotoğraflara bakamıyordu. Mutluluk saçan gözleriyle gülen o güzel kız da, o sevdiği adam da canını acıtıyor, içini yakıyordu artık… Düşlerinde bile solmuştu o güzelim fotoğraflardaki renkler…
Bagajını teslim etmek üzereydi. Birkaç kişi kalmıştı önünde. Sonrasında, uçuş öncesi kahve içebilecek zamanı bile kalıyordu.
Arkasındaki genç çift de ne güzel cıvıldaşıyorlardı. Öyle sevgi dolu, öyle mutluydular ki kendi dünyalarında. Aşklarının herkesçe duyulmasını ister gibi konuşuyorlardı yüksek sesle. Çekinmeden. İki gün önce evlenmişler. İtalya’da balayına gidiyorlardı. Venedik’ten başlıyordu gezileri…
‘Bizim gibi’ dedi içi burkularak…
İlk kez gittiğinde öğrenciydi. Dil öğrenecekti Floransa’da.
Rönesans’ın beşiği, açık hava heykel müzesini andıran; Floransa…
Tarihi merkezinin, UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edildiğini okumuştu gitmeden önce. Ancak görünce hayran kalmıştı; Floransa’ya. İtalyanların gürültücü, neşeli, dolu dolu yaşamalarına ve şen kahkahalarına da. Yüreğini İstanbul’da bırakıp gitmiş; yalnız, buruk gezdiği yerlerde sevdiğinin yoksunluğunu duyumsamıştı. O nedenle istemişti İtalya’da balayını.
Su üstünde, yüzer görünümlü kanallarıyla ünlü, romantik kent; Venedik…
Venedik’te, gondolcuların, barkarol denilen doğaçlama söylediği duygusal şarkılar eşliğinde Dünya Mirası ödüllü benzersiz kentte kanal turu…
Tarihi geçmişiyle, antik kalıntılarıyla tarihin yazıldığı yer; Roma…
Roma’da; dünyanın en ünlü çeşmelerinden Aşk Çeşmesi’nin havuzuna para atarak; “ömür boyu mutlu birliktelik” için tuttukları dilek... Avrupa’nın en geniş basamaklarına sahip İspanyol Merdivenlerini tırmanmak…. Hem de durmadan, dinlenmeden 135 basamağı çıkıp, kazanma ödülü olarak heyecanla nefes nefese upuzun öpüşmeleri…
Özgür düşünce ya da düşünce özgürlüğü ve cesaret denilince akla ilk gelen isimlerden; “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise iradelerini hâkim kılmak için Tanrıyı kullanır.” diyen Rönesans döneminin büyük İtalyan düşünürü Giordano Bruno; görülmeden gelinir miydi? Dini duyguları incittiği savıyla hakkında açılan dava sonunda, önce; Kutsal Melek Kalesi’nde (Castel Sant’Angelo) hapsedildiği daracık, buz gibi hücresini; kanları donarak ziyaret etmeleri… Katolik Kilise’sinin Engizisyon mahkemesinde sapkın ilan edilerek; cesur, davasına inanan Bruno’nun diri diri yakıldığı Çiçek Tarlası (Campo de Fiori) meydanında; yüzyıllar sonra, onlarında aynı ateşte yanmaları… Türkiye’den götürdükleri, anıtına saygıyla bıraktıkları çiçekler…
Dünya Mirası, Mucizeler Şehri Pisa’da, düştü düşecek yapısıyla çıkılan kule, düşmesin diye tutar gibi pozlar verip çektirilen fotoğraflar…
Floransa’da, Roma’da, Venedik’te, Pisa’da; gün boyu binlerce yıllık geçmiş çağları yaşamış, tarih koklamışlardı. Yorgunluk bilmeden, akşamın ayrımına varamadan dolu dolu on gün…
Küçücük yüreklerine dünyaları sığdırdıkları, mutluluktan coştukları bir balayıydı. Floransa, Venedik ve Roma’daki günler…
Bulutların üzerinde uçtukları, düşler kurarak yaşadıkları o unutulmaz günler…
Yıllardır, dillerinden düşürmedikleri; gözleri gözlerinde birbirlerine okudukları şiir dökülüverdi dudaklarından:
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
………
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin. (**)
Hemen çıktı sıradan. Çantasından güçlükle bulabildi telefonu; heyecandan. Yaşlı gözlerle numarayı çevirdi… Titreyen, nefes nefese duyulur duyulmaz sesiyle…
-Leyla’cığım, çok mu uzaklaştınız? Ben… dedi.
Beklemeye başladı.
Mutlulukla…
(*) Ümit Yaşar OĞUZCAN
(**) Attilâ İLHAN