Kendi isteğimle yeni atandığım bu okulu, yıllar önce yaptırmıştı; Hacı Süleyman Çakır
“İbadet ağaç altında bile yapılır, fakat eğitim bina ister.” diyerek.
Bulunduğum okulda da çalışmış, ikisini kıyaslayan yakın öğretmen arkadaşlarım: “Öğretmen kadrosuyla, eğitimiyle, liseler arasında en iyilerden birisi. Kentin merkezinde, ulaşım sorunun olmayacak, müzik odası var, çalışmayı seviyorsun, tam sana yakışan bir okul. Gel! Birlikte çalışalım yine.” diyor; atanmayı istemem için üsteliyorlardı uzun zamandır.
Kentin en iyilerinden olan bu büyük lise; bin beş yüzü aşkın öğrencisi, yüz elliden çok öğretmeni ile önceki okulumun iki katıydı neredeyse. Çoğunluğu emekliliğini hak etmiş, mesleğinin doruğundaki seçkin eğitimcilerle çalışacak, onlarla anılacaktım. Bunu düşünmek bile gururlandırıyordu.
Kolay değildi böyle bir lisede öğretmenlik yapabilmek. Mesleğinde onuncu yılını bile doldurmamış, genç bir öğretmen için zordu. Üstelik çoğu öğretmenin bile önemsemediği, dersten saymadığı müzik öğretmenliği yapmak iyice zordu.
Kimlerin çocukları yoktu ki bu okulda? Varsılından dar gelirlisine; iyi eğitim almışından eğitim yoksununa… Değişik aile yapılarından oluşan geniş bir yelpazeydi velilerimiz. Ve onların; paranın şımarttığı, çok olmasa da yoksulluğun hırçınlaştırdığı, ya da parçalanmış ailenin ezik çocukları…
Her lisede olduğu gibi, öğrencilerin çoğunun amacı, çabası, üniversiteyi kazanmaktı. Derslere ilgi ve önem; üniversite sınavında sorulan soru sayısı dikkate alınarak belirleniyordu. Çok soru çıkan ders önemliydi, ilgiyi hak ediyordu. Çalışmayı da devamı da bu belirliyordu. Haftada bir gün iki saatlik dersime devam önemliydi. Devamsızlık, başarısızlığın en büyük nedeniydi. Kuramsal bilginin yanında, duyguların sesle anlatıldığı müzik, öğretmen olmadan öğrenilecek bir ders değildi. Ancak öğretmenden öğrendiklerini pekiştirebilirlerdi.
Öğrencilerin çoğu; beden sağlığı için sporun, ruh sağlığı için sanatın gücünün ayrımında değillerdi… Önemli saydıkları ve yoruldukları derslerden sonra; resim, beden eğitimi, müzik dersleri eğlenmek, kafalarını dinlendirmek içindi.
Ya idareciler nasıl bakıyordu? Müzik dersi ne denli önemliydi onlar için? İdarecilik yaptıkları okulda müzik öğretmeni olan müdürler, kendilerini ayrıcalıklı saydıklarını söylerlerdi her fırsatta. Ayrıcalıklı müdürlerin çoğu sanatsever bile değildi. Ancak; müzik öğretmeni olunca, dersler boş geçmezdi. Haftada iki gün yapılan bayrak töreni sorun olmazdı. Oysa müzik öğretmeni yoksa, çocuklara İstiklâl Marşı’nı söyletecek öğretmeni bulmak sorun olurdu. Kasetten dinlenilmiyordu ki marş; canlı söyleniyordu. Müzik öğretmeni; anma ve kutlama törenlerini de korolarıyla renklendirirdi. Tek yürek, coşkuyla, duyumsanarak söylenen; marşlar ulusal duyguları kamçılar; şarkılar, türküler mutlu ederdi idarecileri de hazır bulunanları da…
Okullarda; idarecilerin, ‘boşluk dolduran öğretmen’ anlayışını kabullenmiştim. Ancak; müzik bölümündeki diğer öğretmenlerim gibi Öğretim Metodu ve Uygulama dersimize giren canım öğretmenim Nihat Şenel Bey: “Sana inanıyorum! Sıradan bir öğretmen olmayacaksın!” dememiş miydi? Sıradan olmayacaktım!.. İyi bir müzik öğretmeninin nasıl olması gerektiğini yeni atandığım okulumda da kanıtlayacaktım. İdarecilere, öğretmenlere, öğrencilerime…
Kanıtlamak için de diğer kentlerde ve önceki okulumda olduğu gibi çok çalışmam gerekiyordu. Görev yaptığım her ilde, okulda, çalışmalarım övgüyle karşılanırdı. Özenle hazırladığım anma ve kutlama töreni programlarım beğenilir, korolarım ilde örnek gösterilirdi… Eğitim enstitüsü ve öğretmen okulunda çalışırken; en görkemli ulusal bayram kutlaması olan 19 Mayıs törenlerinde; beden eğitimi öğretmenlerinin hazırladığı, kız ve erkek öğrencilerin hareketlerinin müziğini canlı okul orkestrası ile yönetirdim. İl çapındaki protokolün katıldığı 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü törenlerinde, karma koro ile dört sesli İstiklâl Marşı ve marşlar söyletirdim. Pırıl pırıl sesli öğrencilerimin söylediği İstiklâl Marşı bile alkış alırdı. Oysa 10 Kasım törenlerinde alkış olmazdı.
İldeki törenler ile sınırlı değildi çalışmalarım elbette. Ya okullardakiler… Çocuklara; birlikte çalışma, tek yürek, duygularla şarkı söyleme bilinci kazandırmak için çok sesli ve halk müziği koroları kurmak; güzel sanatlara, müziğe ilgilerini artırmak, yarışma coşkusu yaratmak için de sınıflar arası koro yarışmaları düzenlemek; çalgı toplulukları, bağlama gurubu oluşturmak; açıklamalı klasik müzik dinletmek... Severek yaptığım çalışmalardandı.
Hafta içi dersten sonra, cumartesi hatta pazar günü de koro ve orkestra çalıştırırdım. Okula götürmek zorunda kaldığım küçücük çocuklarım, çalışma gruplarımızın sevimli maskotu olmuşlardı adeta.
Derslerimde de iyi bir öğretmen olabilmekti tüm çabam. Benim için öğrencilerim değerliydi, derslerimin özü sevgiyle yoğrulmuştu. Bir denetim sonunda, müfettiş okul müdürümüze gülümseyerek; “Hoca Hanım okulun değil, bölgenin en iyi, en başarılı müzik öğretmeni. Ne denli övünseniz öğretmeninizle; yeridir!” dediğinde; müdür bey kıvançla, mutlulukla bakmıştı, kızı gibi değer verdiği gencecik öğretmenine…
Orta okul ve lise öğrencilerinin bir arada öğrenim gördüğü okula atanmıştım. Burada üç müzik öğretmeni olmuştuk. Karı koca olan arkadaşlar “Koro işi senin, biz yorulduk, biraz dinlenmek istiyoruz!” demiş; beni görevlendirmişlerdi! Ve benden kıdemli idi her ikisi de. Sevdiğim iş olunca ‘hayır’ demek aklıma bile gelmemişti.
Müzik odasını üç öğretmen arkadaş dönüşümlü kullanacaktık. Henüz okulun olanaklarını, çalışma koşullarını bilmiyordum, ama koro kurmalıydım; mutlaka. Öğrencilerimiz; ders biter bitmez okuldan aceleyle çıkıyor, dershanelere, özel derslerine gidiyorlardı. Sosyal çalışmalara ayıracak zamanları yoktu. En önemli sorunum zamandı. Değişik sınıflardan oluşturduğum koroda her birine uyacak gün ve saat ayarlamak güçtü. Ders dışındaki çalışmalar için onların zamanını, isteklerini göz önüne alarak programı yapmak zorundaydım. Bu okuldaki ders dışı çalışmalarına çocuklarımı getirmem de gerekmiyordu. Artık büyümüş, ilkokula başlamışlardı. Rahatlamıştım! Öğrencilerimle, zaman kavramı olmaksızın çalışma yapabilecektim!..
İlk hafta yeni girdiğim her sınıfın özelliğini tanımaya çalışırken bunları düşünüyordum
Perşembe günüydü. Son iki saat 5 Edebiyat E sınıfına dersim vardı. Üç gündür olumsuz şeyler anlatıyordu derse girip çıkan öğretmen arkadaşlar. Çoğu iki yıllıktı öğrencilerin. Değişik şubelerin sınıfta kalanlarıyla oluşturulan toplama bir sınıftı. “Yeni sınıflarında kendilerini kanıtlama yarışındalar, biraz dayanın arkadaşlar.” diyordu; müdür yardımcıları sevgili Siral Tuncay anaç haliyle.
Sınıfa giderken bildiğim bu kadardı. Bir de kızı erkeği, öğretmeni çıldırtan çocukların varlığı... Kaygılı, kafamda bin bir soruyla yürüyordum koridorda.
Öğretmen zili çalarken sınıfın kapısındaydım. Zamanında derse girmeliydim ki, öğrencilerimden de aynı duyarlılığı beklemeliydim. ‘Kimi dersler sözle değil davranışla verilebilir’ demiştim; öğretmenliğe başlarken ve ilke edinmiştim. ‘Öğrencilerden beklediğim iyi davranışlar, bende gördüklerinin yansıması’ olmalıydı. Ceketimin düğmesini henüz iliklemiştim kapıyı açarken.
Gördüklerim inanılır gibi değildi! Ders zili çalmamış, teneffüs sürüyordu adeta. Sınıfın çoğu ayakta, sıraların arasında dolaşıyor, herkes yüksek sesle konuşuyor bir curcunadır gidiyordu. Beni gören birkaç kişi yerine oturdu, diğerleri umursamadan, ‘gelirse gelsin’ dercesine; kafasını çevirip konuşmayı, dolaşmayı sürdürdü. Sonbaharın yazdan kalma günlerinden biriydi. Güneşin ısıttığı sınıfta çoğu ceketler çıkartılmış, gömleklerin kolu dirseğe dek kıvrılmış, kravatlar ya yok ya da omuzlardaydı. Kaygılanmakta haklıydım. Sinirden kanım çekilmiş gibiydi. Sürpriz değildi gördüklerim ya, yaşamak bir başka oluyordu. Hazırlıklıydım, ama böylesi fazlaydı!.. Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” film değil gerçekti ve ben o sınıfta dersteydim… Müzik dersinde; ‘öğretmenle ve dersle gırgır mı geçilir, ciddi ciddi konu mu işlenir?’ kararı verilecekti. Okula yeni atanan genç öğretmeni, ilk derste kendilerince sınıyorlardı.
Sınıfın ortasına gelince durup, kısa bir süre sabırla bekledikten sonra...
-Günaydın! dedim. Ardından kendimi tanıttım duyulur duyulmaz sesle. Ön sırada oturanlar dışında, gürültüden kimse duymadı, anlamadı elbette. Duyanlar karşılık verdi... Biraz sonra… O da ne? Konuşmalar birdenbire kesiliverdi. Bekledikleri gibi davranıp, bağırıp çağırmamıştım. Şaşırmışlardı sanırım! İstediğim olmuş, dikkatlerini çekebilmiştim. Ses kesilince bu kez yüksek sesle tüm sınıfa seslenerek yineledim sözlerimi. İsteksizce yanıtladılar! Kısa bir tanışmadan sonra derse geçtim.
İstiklâl Marşı’nı seslendirip; güzel şarkı söylemek için; doğru, anlaşılır, güzel Türkçe konuşmanın önemini vurgulayarak derse başladım… Yıllardır bayrak törenlerinde söyledikleri marşın sözlerini ezbere bilemeyenler bile vardı; yazık ki! Dersten çıkış zili çaldığında, çoğunun ‘oooh!’ dediğini duyar gibi olmuştum. Kendinden emin tavırlı, ne istediğini bilen, dersinde uyutmayacak, disiplinli müzik öğretmeninden hoşlanmadıklarına adım gibi emindim. Çok zorlanacaktım bu sınıfta anlaşılan. “Başarılı öğretmen, zorlukları yenebilmeyi bilendir. Önce; ilk gençlik çağındaki bu çocukları kazanmalıyım. Gençlerin eğitimi için psikolog gibi davranmalı onlara zaman tanıyıp bana güvenmelerini sağmalıyım. Kupkuru ders işleyip, şarkı söylemek, söyletmek değildi amacım. Gençleri eğitmek, yaşama hazırlamaktı. Demek bu sınıfta müzik öğretiminden daha çok yorulacaktım kişilik eğitimi için.” dedim; kendi kendime. Sınıftan ter içinde, sırılsıklam ama ‘Başaracağım!’ inancıyla çıkarken.
***
Bir ders yılı bitmiş, notlar idareye verilmişti. Son hafta derslerini söyleşiye ayırmıştım. Girdiğim sınıflarda, yıl boyu düzeylerine uygun programı uygulamıştım. Ama bu son dersin konusu aynıydı her sınıfta. Önce ben, sonra söz isteyenler ders yılını değerlendiriyorduk.
5 Edebiyat E sınıfının son dersine girerken, coşkuluydum. Kapıyı açar açmaz ayağa kalktılar.
-Günaydıııın! Günaydıın! Her günün mutlu olsuuun! şarkısıyla selamladım neşe içinde.
-Günaydın öğretmenim! dediler; güler yüzle. Yerlerine oturdular.
İlk dersin aksine, mayıs sonu sıcağına karşın, erkeklerin hepsi ceketli ve kravatlıydı. Giyimleriyle bana bir şeyler anlatıyor gibiydiler… Başkan yoklamayı yapmıştı. Ne güzel! Sınıf tamdı. ‘Bu son dersimiz ne yapıyoruz!’ merakı vardı gözlerinde. Konuşmaya başladım:
‘İlk başlarda bana duydukları güvensizlikten, gösterdikleri tepki nedeniyle sınıflarında ders yapmanın zorluğundan; derse geç gelmeyi alışkanlık edinenlerin, ders dinleme, derse katılma, ödev yapmanın yük sayıldığı anlayışta olanların çokluğundan’ söz ettim önce. Sonra da; ‘müzik ve diğer derslerde sınıf geçmek için gösterdikleri çabalarından, başarılarından; özel görüşmelerde bana iletildiği için bildiğim; aileleri ve arkadaş ilişkilerindeki sevecenliklerinden, kişiliklerindeki olumlu değişimden, gelişmeden ve iyileşmelerden……..’ söz ederek sürdürdüm. ‘Ve tüm bunlardan duyduğum memnuniyeti’ belirterek bitirdim konuşmamı.
Sonra; ‘yaşamdan, sorunlarından, gelecekle ilgili beklentilerinden,’ konuştuk birlikte.
En sonunda; ‘yıl boyu ders yaptıkları müzik öğretmenlerini yazılı ya da sözlü eleştirmelerini’ istedim. ‘Aynı hataları yapmamam için bu eleştirilerin çok önemli olduğunu’ da vurgulayarak... Son dersimizdi. Son sınıfta; istesem de derslerine giremeyebilir, öğretmenleri olmayabilirdim. Ama öğretmenliğim sürecekti. Son dersimiz olsa da...
Birden sessizleşti sınıf. Çıt çıkarmadan birbirlerinin yüzüne baktılar bir süre. Sonra…
Alkıştan inliyordu sınıf… Şaşırmıştım! Birbirimize, sevgi dolu gözlerle bakıyorduk… İyi ki ders bitiş zili çalmıştı.
Gözlerimden boşanan yaşları göstermemeye çalışarak fırladım sınıftan; hiçbir şey söyleyemeden. Mutluluk göz yaşlarımla...
Emekliliği çoktan gelmiş müdür yardımcısı Siral Hanım koridorun sonundaki odasından çıkmış, şaşkın bir yüzle sınıfa doğru koşarak geliyordu. “Bunca yıllık meslek yaşamımda böyle bir şeyi ilk kez yaşıyorum! Bu denli disiplinli bir öğretmensin! Ne yaptın çocuklara böylesi bir alkışı almak için? Bu sorunlu, yaramaz sınıfa ne oldu, bugüne nasıl geldiler? Nasıl geldiniz?”
Zoru başarmış; yüreklerindeki doğruyu, iyiyi, güzeli bulmuştuk birlikte.
Nasıl mı gelmiştik bugüne?
SEVGİYLE!..