Sararan, renkten renge bürünmüş bahçedeki ağaçların yaprakları arasından, sonbaharın kırık güneşi salonu dolduruyordu.
Pencerenin yanındaki koltuğa oturdu. İlk aylığıyla kendine armağan olarak aldığı radyoyu açtı.
Erol Evgin söylüyordu, insanı saran, yürekleri ısıtan sesiyle:
Şimdi artık gözyaşları gereksiz akmamalı
Alışmalı kendi yaramızı kendimiz sarmaya……
Yıllar yıllaaar önce…
Kızlı erkekli gençlerin; ışıl ışıl, mutluluk saçan gözlerinden, çiçeği burnunda oyuncu oldukları anlaşılıyordu. İzleyiciler de çocuklarının gururunu yaşamaya, sevincini, mutluluğunu paylaşmaya gelmişlerdi. Öğretmenler, eski-yeni mezun öğrenciler ve çağrılı aileleriyle dolu, okulun tiyatro salonda çıt çıkmıyordu. Sanatçı duyarlılığıyla, günü anlatan müdürün anlamlı sesiydi duyulan. Bir de, yüreklerin sesi. Gümbür gümbür...
Danışman öğretmeni, “Sınavlarda çok başarılıydın, derece alacağından eminim.” dediğinden; tir tir titriyor heyecanla dinliyordu konservatuar müdürünün konuşmasını. Zaman, durmuş gibiydi... “….Bir ömür boyu sürecek savaşım alanıdır yaşam. Ve şimdi başlıyor, sert rüzgârlara, yıkıcı fırtınalara inat yaşamınız. Amansız, yılmaz savaşınız….” diyordu.
Sözlerini bir an önce bitirmesini, dereceye girenlerin isimlerini açıklamasını, soluksuz, yüreği ağzında bekliyordu; içi içine sığmadan.
“….Oyunculuk ciddi bir meslektir, hafife almayın ve topluma örnek olun. İzleyiciye ve işinize saygınızı, sevgiyle yoğurmalısınız.” diyerek; sonu gelmeyecek gibi sabırsızlanarak dinlediği, uzun konuşmasını tamamladı.
Beklenen an gelmişti. İsimlerin yazılı olduğu zarf elindeydi; konuşurken bile. Yavaşça açmaya başlamıştı ki, durakladı... Salonu taradı gözleriyle, birilerini ararcasına…
Okul üçüncüsünün ödülü verilerek başlanırdı.
Leyla’ydı ilk duydukları isim.. Aynı sınıfta değillerdi, ama öyle albeniliydi ki; tanımayan yoktu okulda O’nu. Uzun, su gibi dalgalı kapkara saçları, şen kahkahalarıyla koridorları çınlatan, alımlı Leyla... Adını duyduğuna sevinemedi; üçüncülüğü azımsadığından. Aynı sırada oturuyorlarmış, yanından geçerken gördü gözlerini… Kendinden başkasını umursamayan, büyüklenen davranışlarıyla tanıdıkları, tutkulu kız O değildi sanki. Dokunulsa ağlayacak, dolu dolu gözler, kırgın gözlerdi. Coşkulu alkışlar arasında diplomasını alırken, incelikle teşekkür selamı verirken ve sahneden ayrılırken de buruktu. Okulun gözde kızında görmeye alışık olmadıkları zoraki gülümseme vardı dudaklarında. Oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi küskündü… Varsıllığıyla, istediği her şeyi elde eden yanı, üçüncülükle, paramparça olmuştu.
Alev ikinci olmuştu.. Zarfı açarken, müdürün arayan bakışlarının nedeni belli olmuştu; yeğeniydi.
“Yine ben değildim. Yoksa? Hayır, hayır! Öğrenciliğim hep övgüyle, alkışlarla süslenmişti. Öğretmenim de ‘çok başarılıydın….’ dememiş miydi” iç sesi susmak bilmiyordu ki …
Hızla ilerliyordu sahneye doğru; içten içe, utku için yarıştıkları, kasıntılı görünse de yüreği pamuk gibi, sevgili sınıf arkadaşı Alev. Resim öğretmeni anne babanın tek, ama şımarmamış çocuğuydu. Mezuniyet oyununda başrolü paylaşmışlardı. Kumral saçlarının daha da belirginleştirdiği yeşil gözlerine, okuldaki kızların çoğunun vurgun olduğu, belli etmese de yakışıklılığının ayrımındaki Alev. Ayrımındaydı ya... Onun vurgunluğu da, sevdası da tiyatroydu.
Birincilik umarken, ikinci olmanın burukluğu vardı diplomasını alırken Leyla gibi. Daha çok kızların, bravo seslenişlerine, çılgınca, dinmeyen alkışlarına teşekkür için, etkileyici sesiyle mini bir şiir okudu güzel sesiyle Nazım’dan.
Artık sona gelinmiş; birincinin heyecanlı beklentisi içindeydi konuklar.
İlkokulu bitirirken yılsonu oyununda sahneye çıkmış bir doktoru canlandırmıştı. İlk oyunuydu, çok beğenilmiş bir o kadar da alkış almıştı. Ortaokulda, lisede, ne zaman oyun sahnelense, başroldeki kadın O oluyordu.
Sahnenin tozu, alkışın sesi dünyasını değiştiriyor bulutlarda yaşatıyordu Onu. Gerçeğiyle, düşü sanatçı olmakta buluşuyor, başka hiç bir şey düşünemiyordu. Artık seçimini yapmıştı. Liseden sonra konservatuarda tiyatro okuyacaktı. Bir “ben” yetmiyordu adeta... Canlandırdığı karakterle yaşayacak, onu yaşatacak, başarılı bir oyuncu olacaktı.
“Gece demeden, gündüz demeden deliler gibi çalışıp; başarmak için” ant içmişti. Çocukluğunun, genç kızlığının düşü gerçekleşmiş, ipi göğüslemişti…
İşte! Adı okunmuştu.
Öğretmenlerinin; başarısındaki emeklerinin gururlu; arkadaşlarının sevgileriyle sarmalayan bakışları karşısında yoğun duygular yaşıyordu.... Bu ilgiyle sarsılmış, utanmış, koltuğuna çakılmış kalmıştı. Kımıldayamıyordu. Annesi eğilmiş, “Haydi canım, okuldaki son rolünde, ‘mutlu kızı’ oyna, al ödülünü. Sen bu başarıyı çoktan hak ettin.” diye; övünçlü, mutlu gözleri dolu dolu, titreyen sesiyle fısıldıyordu… Sarmaş dolaş oluvermişlerdi....
Yavaşça yerinden kalktı; ömür boyu sürmesini umduğu alkışlar eşliğinde, utangaç, başı dik, gururla sahneye ilerliyordu…
Mutluydu.
Ödül zamanıydı.
***
“Dün de repliğimi unuttum sahnede. Son zamanlarda ne çok oluyordu unutkanlık… Oysa ezberim çok iyiydi her zaman. Oyundaki tüm arkadaşlarımın rolünü ezberlerdim, provalarda çalışırken.”dedi kendi kendine.
Geçmişin denizine daldı yine…
***
Boğum boğum, düğüm düğüm, birbirine dolaşık anılar, anılar...
Ömür boyu dinmeyen alkışlar arasında geçen bir yaşam…
Başarılarla, ödüllerle bezenen, dolu dolu bir yaşam.
Ve aşksız ve çocuksuz.
Kalabalıklarda veee yapayalnız bir yaşam!
O güzel aşka, o mutlu, ruhlarında fırtınalar koparan, o tutkulu aşklarına… Yan yana olmayı bilemedikleri, yarınlarını yaşayamadıkları birlikteliğe… Yazık etmişlerdi...
Tüm benliğiyle aşka inanan, sahnede aşkı en inandırıcı biçimde canlandıran, yaşayan O kadına ne olmuştu?
Başını kaldırdı, birden aynaya takıldı gözleri.
Tanrım! Aynadaki, bu yabancı!!
Kim bu kadın?
Kim?
Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler
Şimdi bana seninle bir ömür vaad etseler
Şimdi bana yeniden ister misin deseler
Tek bir söz söylemeye hakkım yok.