Uyku girmemişti gözüne Bahar’ın.
Düşleriyle yoldaş, oyalandı durdu gece boyu.
Staj yapacakları köye gideceklerdi sabah.
Köyde yaşayacak, o yaşamı öğrenecekti. Oradaki yaşamı bilmeden köyde öğretmenlik yapabilir miydi? Yapsa bile, iyi bir öğretmen olabilir miydi? Kentli duruşuyla, yakışır mıydı köye, sınıfa? Köylüye, öğrenciye sevdirebilir miydi kendini? Yalnızca içindeki insan sevgisi yeter miydi? Saygı duyulan, sevilen bir öğretmen olabilir miydi?
Sorular! Yanıtını veremediği sorular! Yumak yumaktı kafasında! Üstelik korkuyordu da! Ya köyde yapamaz ya uyum sağlayamazsa!
Döne düşüne uykuyu kolluyordu yumuşacık olmayan yatağında...
Sonra da ranzanın alt katında yatan, Zeynep Taş’ın nefes alışını sayarak oyalanıyordu. ‘Ne güzel, her zaman neşelisin Bahar!’ diyerek gönlünü okşayan, incelikli, duyarlı arkadaşı Zeynep, mışıl mışıl uyuyordu. Gülümsedi ‘neşelisin’ sözünü düşünerek! Saymaktan yorulunca, sayıklayan arkadaşlarını dinliyordu. İyi ki on beşi de konuşmuyordu! Anlaşılamayan, mırıl mırıl sesleri ninniye sayıyordu uykuya dalabilmeyi umarak...
Uzaktan yastığı görünce uykuya dalanlara nasıl da özenirdi! Düşlerinin peşinden koşmaktan yoruluncaya dek uyuyamazdı oldum olası.
Düşlerinin götürdüğü yerlerdeydi yine…
Okulun dışındaki özendikleri dünyaya bağlıyorlardı, ‘Gündüzlü’ okuyan, yardımsever arkadaşları Münevver Kahyaoğlu ve Seyhan Savran. Her birinin nazını çeker, hafta sonunu bekleyemeyecek alışverişlerini yaparlardı; yüksünmeden. En çok da çorap aldırırlardı. İpek çorap mı dayanırdı sınıftaki kenarları tırtıklı sandalyelere? Dayandıramazlardı ki!
Sessiz, kendi halinde arkadaşları; Kamuran Caner, Berrin Kalelioğlu, Hande İnsan her hafta ‘Evci’ çıkarlardı. Hafta sonunu evlerinde, aileleriyle geçirirler, dönüşte güzel anılarını anlatırlardı; mutlulukla. Ya da üzüntülerini; hüzünle…Yaz ve kış tatilleri dışında okulda kalan ‘Daimi Yatılı’ olanlar da dinlerdi. Kendi yaşanmışlıkları gibi mutlu olurlardı. Kimi zaman da arkadaşlarıyla birlikte kederlenirlerdi…
Yatılı okulda buluşmuşlardı. Birlikteliklerinin güçlü bağının sevgi olduğu kocaman bir aileydiler… Sevinçte, üzüntüde, acıda yürekleri tek...
Seminerli olmayan sınıflardaki arkadaşları, özenerek; ‘siz seminerlilerin arkadaşlığı bir başka, kardeş gibisiniz’ derlerdi... Ailelerinin yanında, sıcacık yuvalarında yaşamış, sevgi görmüş, sorunlarını aileleri çözmüş değillerdi ki onlar gibi! Bilmezlerdi! Her seminerlinin köy enstitüsü geleneği olan öğretmen okullarında üç yıl yatılı okuduğunu. Bilemezlerdi ki! Uzaktaki ailelerinin yokluğunda; dostça arkadaşlığı, kardeşçe sevgiyi birbirlerinde bulduklarını. Nereden bileceklerdi?
İlk tanıştıklarından bu yana kız erkek tüm sınıf arkadaşları sevmişlerdi birbirlerini. Kardeşten öte bağlanmışlardı; çıkarsız... Okulda her yerde; sınıfta, yemekhanede, yatakhanede, kantinde, bahçede ortaktı yaşamları. Mutluluklarına ortak, yalnızlıklarına yoldaş, yaralarına umar olmuşlardı. Güçlüklere direnmeyi öğrenmişlerdi birbirlerinden...
Ya dışardaki dünya! Ah o dış dünya! O dünyanın özlemi yok muydu? Cumartesi öğleden sonra, iki saatlik çarşı izni nasıl da önemliydi hepsi için? Yatılı okuyan, evinden uzak yaşayan öğrenciler için… Okul dışında soluklanmaktı o iki saat. Özgürlüktü. Hele de kızlar için... Özlemle beklerlerdi cumartesiyi! Dışarı çıkmanın heyecanı sarardı günler öncesinden her birini. O gün, izin alınır alınmaz formalar çıkarılır, en güzel giysiler, kimi zaman birbirleriyle değiştirip giyilir, süslenilirdi. Oysa, çoğu kez yalnızca; Beşiktaş’ta kurulan cumartesi pazarına gidilirdi. Dolaşmak, okuldaki kurallar olmaksızın özgürlüğü yaşamak için. Kimi zaman da okulun hemen yan sokağından yürüyerek çıkılan Ortaköy’deki Portakal Yokuşunu tırmanıp; boğazı, uzaktan geçen gemileri izlemek için. Ya da varsa dışarıdaki erkek arkadaşıyla buluşup, eli eline değmeden deniz kenarında utangaç utangaç gezmek için...
Çarşı iznine de arkadaşlarla birlikte çıkılırdı üçer dörder. İzinlerinde de dışardaki yaşamı paylaşır unutulmaz anılarını yüklerlerdi yüreklerine…
Her şeylerini paylaşıyorlardı içtenlikle. Giysilerini bile...
Trabzon’dan tatil dönüşü getirdiği, kırmızı elbisesini çok sevdiğini söylemişti Sevim Murtezaoğlu’na. Tatlı gülüşüyle belirginleşen, güzelliğine güzellik veren gamzesiyle can Sevim; unutmamış! Bu hafta neredeyse zorla vermişti giymesi için. Kendisi bile giymeden. Üstünde gören arkadaşları, nasıl da yakıştırmışlardı... Yabancının elbisesi giyilmezdi ki! ‘Kardeşim gibi…’ derken yüreği ılıdı…
Ne güzel duygular yaşamıştı dün akşam yine. Anılarıyla baş başa, mutlanmıştı. Ne çıkar uykusuz kalıversin! Mutluydu ya…
İki gün önce verdiği anı defterini getirmişti Seher Şatır. ‘Güzel kız ancak yazabildim’ diyerek vermişti. Geciktirdiği için üzgün, hep o utangaç haliyle. Gönlünü okşayan şeyler yazmıştı. Birkaç ay sonra ayrılıp, belki de hiç görüşemeyecekleri diğer arkadaşları da… ‘İyisin, temiz kalplisin, anlayışlısın, olgunsun, seni çok seviyorum ablaların en tatlısı,’ demişlerdi; İstanbul sevdalısı Ahmet Akgül ve güzel nişanlısı sınıfımızın gelin adayı Canan Sezer. Yaramazlıklarında ayrılmaz ikili can arkadaşları Hasan Mutlu, Mehmet Çelik ile ciddiyetini bozmadan, sınıfı güldüren Mehmet Kırılmış. Aynı sınıfta okuyorlardı ya, ‘abla’ der, öyle görürlerdi. ‘Aynı sınıfta ablalık mı olur, söyletme?’ derdi kimi öğretmenleri. Gülerdi yalnızca.! Ne güzeldi abla olabilmek!
‘Senin dostluğunu mutlulukla anacağım daima.’ diye yazmış ince duygulu Kamuran. İnce, uzun boyuyla, okul bandosunun majörlüğüne ne de yakışırdı esmer güzelli Kamuran’cığım. Ya o sessiz kız, bir alt sınıfta okuyan Huri! En çok da Huri Avcar’ın yazdıkları etkilemişti: ‘Sınıfın kanatsız meleği.’ diyerek. Koroda, yanında şarkı söylüyor, birbirlerini iyi tanıyorlardı. Elbette, ‘Öğretmenlik, melek gibi olmayı gerektirir. Güzel yüreği sevgi dolu, dostça bakan, sevgisiyle sımsıcak saran öğretmen olunmalıydı… Umarım öyle olabilirim’ dedi erinçle gülümseyerek.
Emeğin sömürülmediği bir dünyanın nasıl olacağı ile ilgili, bitmez konuşmalar yaptıkları Mehmet Durmuş “Herkes kabak çiçeği gibi açıldı, ilk gün tanıştığım kız gibi doğalsın, aynısın hala” diyor... Öğretmen doğal olmalıydı elbette. Amaaaa. Aynı kalmak, değişmemek, gelişmemek olmamalıydı. Neler neler yaşamışlardı bunca yıldır… Çocukluktan çıkıp olgunlaşmışlardı…. İstanbul’da, her köşesinden tarih fışkıran, sanat yaşanan bir kentte yaşamışlardı… Ders kitaplarının dışında da çok okumuş, çok şey öğrenmişlerdi. Konsere, operaya, tiyatroya, sinemaya gitmiş, sergiler gezmişlerdi. Sanatçılar tanımış, sanat ortamını solumuşlardı. Sanatın birçok dalıyla tanışıp özümsemiş, kendi kişilikleri ve alabilecekleri ölçüde şekillenmişlerdi… Bilgileri de artmıştı, görgüleri de... Bu edinimlerden sonra doğal olunmaz mı? Saygı duyulan, sevilen, gerçekten iyi bir öğretmenlik yapmak istiyorsa doğal olunmalıydı. ‘Olurum’ dedi; kıvançla.
‘O kadar başkasın ki!...’ Gözlerinin içiyle gülen Nilgün İrmikçi’nin sözlerini bitiremedi ışıklar sönünce. Canı sıkıldı…
Ayşe Özdemir, sevimli çöp Ayşe; koğuşa girerken saati duyurdu, üzgünüm dercesine ellerini iki yana açıp gülerek: 21.30 dedi. Nöbetçi öğretmen yatakhaneyi geziyordu. Herkes yatağında olmalı, ışıklar zamanında söndürülmeliydi. Artık yakamazlardı.
Diğer arkadaşlarının yazdıklarını da okuyamadı.… Yastığının altına koydu elindeki defteri; okuduklarından hoşnut...
Aslında, anı defterlerine gönül alıcı sözlerin yazıldığını biliyordu ama... ‘Neden gerçek olmasın, en azından birazı!’ diyerek mutlanmştı yine de.
Pır pırdı yüreği.
Arkadaşlarını düşünerek, dostluklarıyla yüreği sımsıcak; her biriyle biriktirdiği anılarıyla sarmalanmış, döndü durdu yatakta…
Okulu bitirdikten sonra birbirlerini unutacaklar mıydı? Yoksa yazışacak, telefonla olsun görüşecek, bir araya gelebilecekler miydi? Öğrencilikte yaşadıkları o güzel duyguları yakalayarak yeniden mutlu olabilecekler miydi?
Ne çok soru soruyordu kendine!
Ya da!
Gidecekleri köyü, bilmediği, görmediği yerleri kafasında canlandırmış, düşler kurmuştu. Hiç yaşamadığı köyün resmini çizmiş, çocukların kumdan kaleleri gibi evler yapmış, köy kurmuştu…
Kapkara gecede, kıvrım kıvrım dolana dolana, sabahı ararken... Dalıvermiş…
***
Gün doğmadan uyandı Bahar. Uykusuz ama coşkun…
Giysilerini, kitaplarını hazırlamıştı. Kahvaltının ardından kullanacağı diş fırçasını koyduktan sonra valizini kapatacaktı.
Kendisinden önce uyanan, hatta kalkanlar bile vardı.
-Günaydın! dedi; her zamanki titizliği ile yatağını dümdüz etmiş Hatice Kadıoğlu’na. Ranzasının üst katından inerken ayağıyla basıverdi hınzırlık peşinde koşan Hatice Korkmaz kâğıt gibi dümdüz yatağın üzerine. Kadıoğlu, bembeyaz yüzü kızarmış söylenirken de koşarak çıktı koğuştan.
Gülüştüler sessizce! Uyuyanları uyandırmamak için. Daha erkendi...
Sabah temizliği yapmak ilk işleriydi.
Oyalanamazdı bugün yatakta. Kalktı. Lavaboya gitmek, soğuk suyu çarpa çarpa, elini yüzünü yıkamak için. İyi gelirdi uykusuzluğuna…
Ayağa kalkınca terliğinin altında bir şeyler ezildi; çıtırdayarak. Unutmuştu olanları… Akşamın çılgınlığını anımsayınca gülümsedi hafiften…
Ne güzel şeydi şu öğrencilik! Keşke bitmeseydi!