YAŞAMIN İÇİNDEN

Bir Öykü; Altın Bilezik

Çok özel bir gündü Bahar için...

Sonuçlar yarın açıklanacak ama mezun olmuş gibi öğretmenlik diploması alacaklardı. Saat ikideydi tören.

‘’Yarın, sonuçların heyecanı, yolculuk telaşıyla; toplu gidemeyiz.’’diye sözleşip sınıfça gittikleri yemekhaneden, şen şakır yaptıkları son kahvaltıdan; yeni dönmüşlerdi.

Yazın iyiden iyiye duyumsandığı, haziran sonu sıcağıyla alev alevdi koğuş. Serinlemek için açtıkları camdan, bıcır bıcır kuş sesleri duygularını okşuyor, bahçedeki kamelya ağacının azalmış kocaman beyaz çiçekleri ve parıldayan yapraklarının arasından, sabah güneşi kılıç gibi vuruyordu. Yapış yapış, nefes aldırmayan boğucu sıcak;  bunaltıyordu...

 Tören için; son hazırlıklarını yapıyordu kızlar yatakhanede. Kimi, yere serdiği battaniye üzerinde giyeceği elbiseyi, eteği ütülüyor, kimi saçını taramasına, kimi de, makyajını yapmasına yardım ediyordu arkadaşının. Artık öğretmen olduklarına göre makyaj yapabilirlerdi. Süslenmek için neleri varsa; yatakların üstüne saçılmış, ortak kullanıyorlardı. Kapakları açık dolapların içi, daha önce hiç olmadığı kadar salkım saçaktı. Öğretmenlerin hep örnek gösterdikleri, ayakkabılarla asla girilmeyen temizliği değişmemişti, ama düzenlerinden eser kalmamış; darmadağınıktı ortalık.

Telaşla koşuşturuyor,  bu arada birbirlerine takılmadan da duramıyorlardı. 

 Duramıyorlardı ya, takılırken, sözcükler düğüm düğümdü boğazlarında. Şakaları buruk, gülüşleri hüzünlüydü. Dostça, sıcacık bakan, ışıl ışıl gözleri gülerken buğulanıveriyordu. Okul bitirme heyecanları bulutlanıyor; sevinçleri gölgeleniyordu.

 Çoğu arkadaşı gibi; kendi diktiği beyaz, mavi çiçekli, kolsuz elbisesini giymiş; uzun saçlarını atkuyruğu yapmıştı tepesinde. ‘’Genç kızın güzelliği, boyada değil doğallığındadır.‘’diyen annesinin sözleri kulaklarında küpeydi; çok hafif makyaj yapmıştı.

***

Hazırlığını tamamlamıştı.

Aynaya baktı, yıllardır okulla aidiyet bağı kurduğu okul forması olmadan, süslü halini beğendi. ‘’Öğretmen, bakımlı ve güzel olmalı! Benim gibi’’ dedi iç sesiyle. Gülümsedi.

Yatağının üstüne oturdu. Durgun, dingin, arkadaşlarını izlemeye koyuldu; ayırdına varmadan.

Nuran, hazırlığını tamamlamış; akordeonla “Son Mektup”u çalıyordu. Duygulu müziği dinlerken, ilk geldiği günler geldi usuna.

 Dün gibi taptazeydi; gözünde canlanan anılar…  Ne güzel yaşanmışlıklardı tümü.

***

Türkiye’de, “Seminer Sınıfı” bulunan iki okuldan birisiydi; İstanbul İlköğretmen Okulu.

 Anadolu’nun dört bir yanındaki, köy enstitüsü geleneği olan, altı yıllık öğretmen okullarında ortaokulu bitirince; hem başarılı, hem de, müzik ya da resimde yetenekli olanlar arasından özenle seçilerek gönderilmişlerdi. Tüm sanatların merkezi konumundaki İstanbul’da okumak, yeteneğini geliştirmek için,  nasıl da heyecanla gelmişlerdi.

 Burada da kolay beğenmeyen, seçkin, isim yapmış sanatçı öğretmenlerin zorlu sınavından geçmişler, kazanınca mutlanmış, uçmuşlardı. Az şey mi? Öğretmenlik diplomalarının yanında, bir belge alacaklardı; müzik ya da resimde başarılarını gösteren. İlkokul öğretmenliği yaparken, alan derslerine de girebileceklerdi. 

            Her biri, geldikleri bölgenin kültürüyle var olmuş; ailesinin eğitimiyle yoğrulmuştu. Çoğu erkek arkadaşlarının bıyığı yeni terlemiş, kızlar çocukluğunu atamamıştı henüz üstlerinden. Birlikte büyümüşlerdi.  Üç yıllık yatılı okul geçmişleriyle, yabancılık çekmemiş, kız erkek demeden kaynaşmış, arkadaş oluvermişlerdi. İki ay yaz, on beş gün kış tatili dışında ayrılmamışlardı. Ortak yaşam tek bağlarıydı; kan değil.  Kollayıp korumuşlardı kardeşçesine birbirlerini, üç yıl boyunca. Yok yok; kardeşten de öte, dostluktu birliktelikleri.                       

Nerede birlikte değillerdi ki? Yemekhanede yemeklerini bölüşmüş, bahçede dostluklarını pekiştirmiş, kantinde sevdalarını anlatmışlardı; sakınmadan birbirlerine… Yüreklerindeki gizleri, sevinçleri, üzüntüleri, fırtınaları paylaşmışlardı. Geceleri, zehir gibi karanlığın ıssızlığında, birbirlerinin gözyaşlarının sesini dinlemişlerdi.

***

Kültür derslerinde, sabah ve akşam etüt denilen ders çalışma zamanlarında, sınıfça birlikte olmuşlar,  haftada sekiz saat, yalnızca resim-müzik sanat derslerinde ayrılmışlardı.

Resim atölyelerinde, tuvaldeki renkleri paylaşmışlardı; can cana.

Gece yarılarına, hatta saati unutup şafak sökene dek, yorgunluk nedir bilmeden şarkı söyleyip koro çalışmışlardı; müzik odalarında.

Galatasaray Lisesi Pilav Günü, üniversitelerin açılış günü derken; İstanbul’un önemli törenlerinde, çok sesli; ama tek yürek az mı konser vermişlerdi! Ya televizyon konserleri! Unutulur mu? Televizyonun ne olduğu bile bilinmiyordu daha. Türkiye’de ilk televizyon yayınını başlatarak tarihe geçen İstanbul Teknik Üniversitesi’nin stüdyosunda programa çıkmışlardı. Âşık Veysel, Safiye Ayla, Haldun Dormen, İsmail Dümbüllü’nün; daha önce aynı stüdyoda sahne aldığını öğrenince, oradalarmışçasına, en duygulu sesleriyle şarkı söylemişlerdi.

***

Stajları... Son sınıf, köy stajları ne güzeldi!

 Daha önce şehirde ve uygulama öğretmeninin hazır bulunduğu sınıflarda ders vermişlerdi. Tek öğretmenli köyde, birleştirilmiş sınıflarda derse girmiş, uygulama öğretmenleri olmaksızın ne yapacaklarını görmüşlerdi. Başarınca da sevinmişlerdi.

Bir aylık köy stajıyla, dostlukları ölümsüzleşmiş, bavullar dolusu anılarla dönmüşlerdi.                                                                       

***

 Bitmeyecek gibi başladıkları bir aylık bitirme sınavı, nasıl da çabuk geçmişti!

Her dersin yazılısı ayrı, sözlüsü ayrı korkutmuştu gözlerini. ’’Hiçbir şey bilmiyorum, kesin kalacağım.’’ düşüncesiyle, yürekler ağızda girip, ‘’Çok kolaydı’’ diyerek çıkılan sınavlar, kitapları havalara fırlatarak kutlanan, heyecan dolu günler de geçmişti. 

  Ders çalışmanın dışında sorumluluğun olmadığı o tatlı günler, o güzel yıllar geride kalmıştı.

            ‘’Bahar! Hiç duymuyorsun! Elbisemin fermuarını çeker misin? ’’

Muhteber’di.

Firdevs, her zamanki hınzırlığıyla; ‘’Âşık, âşık’’ dedi. Gülüştüler.

***

 

Diploma daha sonra düzenleneceği için, Okul Müdürü Canip Akın’ın verdiği, Atatürk’ün ‘’NUTUK’’ kitabı ile ‘’GENÇLİĞE HİTABE’’si ellerinde, kıvançla kutluyorlardı birbirlerini… Törene katılan öğretmenler, aileler çocuklarının başarısıyla övünüyorlardı. Hepsinin gözleri ışıl ışıldı mutluluktan.

Mezuniyet töreni bitmişti.

Annesi, ince örülmüş, yağmur damlası bir zarf içinde mavi boncuğu olan, altın bilezik takmıştı elini öpünce.  ‘’Emeğinle aldığın diploma, ömür boyu gururla taşıyacağın altın bilezik…  Bu da benden okul bitirme armağanı ’’ diyerek. 

Gençliğin güzelleştirdiği gencecik kızlar, yakışıklı, bıçkın, civan gibi delikanlılar... Her biri öğretmendi artık.

 Hazırdılar köye gitmeye.

Bundan böyle, Anadolu aydınlanmasına ışık olacak;  öğrencileri, köyü aydınlatacaklardı.

Gururluydu Bahar.

Yayın Tarihi
06.12.2021
Bu makale 1457 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!