Müzikli Akşamlar-2
“Sanatkâr toplum içinde, uzun çaba ve çalışmalardan sonra, alnında ışıklı sevinci ilk hisseden insandır.” Atatürk
Atatürk’ün; köşklerde kurulan dillere destan akademi sofralarının konuk sanatçılarını dinlemeyi, o günleri anılarla yaşamayı sürdürüyoruz.
Dolmabahçe Sarayı’na bir akşam davet edilen Sadi Yaver Ataman’ın anısıyla o akşamın konuğu olalım.
Kim midir Ataman? Besteci, bağlama ustası, folklor uzmanı, Türkolog. Çok yönlü gerçek bir sanatçıdır kısacası.
O akşam bağlaması ile bir zeybek çalar. Atatürk çok beğenir ve öğrenimini sorar. Ataman:
“Dişçi okuluna girdim. Türkiyat Enstitüsü’ne (Türkoloji) ve Konservatuvara da devam ediyorum efendim.” dediğinde;
Atatürk’ün yanıtı:
“O iyi işte, sanatı bilgiyle teçhiz etmekte fayda vardır.” olur.
İyi bir okur olan, Türk edebiyatını çok iyi bilen Atatürk, özellikle harf devriminden sonra, Türkçenin doğru ve güzel kullanılması için büyük özen gösterir.
Atatürk; “Önder dediğin önde yürüyen değil, yol gösteren olmalıdır.” der; her konuda.
“…Atatürk; son derece içli ve duygulu bir şair kadar da güftelerin hatalarını işaret ederdi.” diyerek anlatır Türkçenin kullanılmasıyla ilgili özenini; Safiye Ayla.
Atatürk; Türk müziğini dinlerken de güfte seçiminin özenle yapılmasını ve sözcüklerin doğru telaffuz edilmesini ister.
Burhanettin Ökte’yi dinleyelim şimdi de.
1925-1930 yılları arasında Riyaset-i Cumhur Fasıl Topluluğu’unda neyzen olarak görev yapan Burhanettin Ökte, Atatürk’ün huzuruna çıktığı gecelerden bir anısında sözcüklerin doğru telaffuzu ile ilgili bakın neler anlatıyor:
“Arkadaşlarla birlikte salona girdiğimizde Atamız arkadaşlarıyla masanın etrafında çevrelenmiş konuşuyorlardı. Konuşmalar ‘Nutuk’ üzerineydi.
Sohbetin münasip bir yerinde Atatürk bizlere dönerek ‘arkadaşlar bir iki eser dinleyelim’ diyorlar. Hemen sevdiği eserlerden birkaçını çalıp okuyoruz. İlgi ve zevkle dinliyorlar. Bir ara benim de şarkı okumaklığımı söylediler. Halbuki ben heyete neyzen olarak katılmıştım.
Arkadaşlar arasında, o günlerin ünlü ses sanatçıları vardı. Acaba diyorum ‘Ata benim saz çaldığımı görmediler mi?’ Kızarıp bozarıyorum. Ne yapacağımı şaşırmışken arkadaşlar imdada yetişip ‘Câna rakibi handan edersin’ ‘şarkısını söyle’ dediler.
Şarkıya başladım; daha birinci mısrayı bitirirken, Ata beni susturup ‘Câna nedir?’ diye sordular. Ben ‘Hitaptır efendim’ dediğimde, bana ‘O halde kelimelerin mânalarını vererek ve ifadelendirerek okursan güzel olur.’ diyorlar. Ben yeniden okumaya devam ediyorum. Atatürk ikinci defa şarkıyı kesip bana ‘Sadece güfteyi söyle!’ diyor. Ben güfteyi okuyorum. O zaman; ‘Şiir olarak başka, şarkı olarak başka türlü okuyorsun’diyor. Gerçekten de o günlerin okuyuş alışkanlığı olacak ‘edersin’ kelimesini ‘idersin’, ‘etme ’kelimesini ‘itme’ olarak telaffuz ederdik. Tabii ben şarkıyı güftenin aslı gibi okuyarak bitirdim ve memnun oldular.
Daha sonraki günlerde, musikimizle ilgili büyük Ata’nın pek çok uyarısıyla karşılaştık ve hepsi de yapılması gereken şeylerdi.”
Burhanettin Ökte’nin okuduğu; Girifzen Asım Bey’in uşşak makamındaki şarkısı Atatürk’ün en sevdiği şarkılardandır:
Câna rakibi handan edersin
Ben bi nevayı giryan edersin
Bigânelerle ünsiyyet etme
Bana cihanı zindan edersin.
Atatürk’ün; köşke davet edilen ses sanatçılarına eşlik edecek; kemanda Nubar ile Sadi Işılay özellikle sevdiği saz sanatçılarıdır. Yalnızca bu isimler değildir sevdiği müzisyenler elbette. Udi Nevres ile Yorgo, Tamburi Selahattin Pınar da sevdiği saz sanatçıları arasındadır.
Safiye Ayla; “Müzisyenlere arkadaşları gibi kendi sofrasında yer verir. Şarkılara ve saza sesiyle eşlik ederdi.” diye anlatır o günleri.
Atatürk’ün; bir şarkının güftesi üzerinde ne denli özenle durulması gerektiği ile ilgili görüşlerini; Klasik Türk müziği bestecisi, udi, tamburi Selahattin Pınar’ın anılarından dinleyelim:
“Yıl 1930. Dolmabahçe Sarayı’nda büyük Gazi’nin huzuruna ilk çıkışım. Heyecan içindeyim. O kocaman salonda nasıl adım atacağımı bilmiyorum. Gazi karşıda oturuyor. Elimdeki tamburla ilerledim..... Gazi bana hitapla ‘Bir şarkınızı sizin ağzınızdan dinleyelim.’ buyurdu. Yeni bestelemiş olduğum:
Gel gitme kadın ruhumu hicranına yakma
İnlet beni, öldür beni ağyare bırakma
Karşında esirim, bana düşman gibi bakma
İnlet beni, öldür beni ağyare bırakma.
Şarkı bitince hararetle alkışladılar. Sonra bana ‘Selahattin Bey, şarkınız hakikaten çok güzel, ama bir şeye itiraz edeceğim. Şu ‘kadın’ kelimesi. Biraz kaba düşmüyor mu? Onun yerine, mesela kadının inceliğini, zarafetini daha iyi ifade edecek bir kelime koysanız olmaz mı?’
Şaşırdım, sıkıldım….. Bu çekingenliğimi sezmiş olacak ki, cesaret verdiler: ‘Kalk ayağa müdafaa et.’ dediler. Kalktım.
Efendim, bu şarkının güftesini yazan ben değilim. Mamafih, zannediyorum ki buradaki ‘kadın’ kelimesi yerindedir. Daha mülayim, daha elverişli bir kelime hatırıma gelmiyor. ‘Hanım’ desek yarattığınız hürriyet devrinde bilmem ki hoş görülür mü? ‘Hanım’ deyince akla ve göz önüne kafes veya peçe arkasındaki çarşaflı hatun geliyor diye korkarım.
-‘Peki, ‘canım’ desek olmaz mı?’
-Evet olabilir ama ‘canım’ı’ bir kadın da erkeğe söyleyebilir. Halbuki şarkıda söyleyen erkektir ve bana pek sıkıcı gelmiyor ‘kadın’ kelimesi haddizatında ince ve naziktir. Mamafih nasıl emrederseniz? deyişim hoşuna gitti.
-Peki davayı kazandın. Buyurdu.”
Devam edecek…