YAŞAMIN İÇİNDEN

Sevda Tepesi

Sonunda binebilmişti dolmuşa.

Şoförün hemen arkasındaki koltukta oturuyor, arada bir dikiz aynasındaki görüntüsüne, kimseye fark ettirmemeye çalışarak, göz ucuyla kaçamak yapıyordu. Güzelliğinden hoşnut, “Beni beğenecek!’’coşkusuyla, hafiften gülümsedi bir kez daha…

O’nun için süslenmişti… İlk gördüğünde çok yakıştığını söylediği, ince vücudunu saran çağla rengi mini eteğinin üzerine, bahar çiçekleriyle bezenmiş, uçuk sarı kolsuz bluzunu giymişti. Çok hafif de makyaj yapmıştı, abartısız; var yok arası.

Dersten sonra yemek bile yememiş, acele yatakhaneye koşmuştu yeni şeyler giymek için. Sabah giydiklerinin neyi varsa!   Günler öncesinden planlamış, yalnız O’na ve güne özel olsun istemişti… Daha çabuk hazırlanıp, azıcık erken çıkamadığına, içten içe söylenip duruyordu. Ama bu denli uzun bekleyeceğini hesaba katmamıştı ki! Hep dolu gelmiş, durmamışlardı bile. Bu dolmuş da almasa, taksiye binecekti ki... Durdu…

Her cumartesi buluştuklarında, değişik yerlere gitmeyi severlerdi… Mevsim yaza dönmüş, sıcaklar da iyiden iyiye bastırmışsa; ver elini Suadiye, Bostancı, Moda plajları... Birinden birine gidip,  yüzmek, deniz keyfi yapmak olmazsa olmazlarıydı...

Kalamış sahillerinin yeri de ayrıydı hani. Yazı da, kışı da bir başka güzeldi…

Kalamış’ta, kıyıya yeni yanaşmış teknelerdeki balıkçıların, ağlarını boşaltmasını izler, atılan balıkları kapışırken, “ o benim!” dercesine, kendi payına düşeni, diğerine koklatmayan kedilerin kızgın miyavlamalarına gülerlerdi. Kedilerden balık kapmaya çalışan martılara avuçlarından simit yedirir,  kumsalda yürürlerdi; bir uçtan bir uca… Yürüyemez oluncaya dek… Sonra da denize karşı sıralanmış sahildeki çay bahçelerinden birinde otururlardı… Balıkçı teknelerinin arasında da uçuşan bembeyaz martıların çığlık çığlığa ok gibi denize dalıp avlanışına, dalgalarla olan dansına bakarlardı uzaktan, keyifle...

Yarattıkları dünya tozpembeydi!. Birbirlerine güvenerek besledikleri sevgiyle yüklü yüreklerinde, ipek örgülü kozadaydı yaşamları… Kimseyi görmeden, başka ses duymadan yaratıp yaşadıkları bir dünya… Kalabalıklara inat, yalnız ikisinin dünyası... Söyleşip suskunlaşırken, gülüşüp, ufak kaprislerin tuzu biberiyle hüzünlenirken, nasıl da hızla akardı zaman su gibi... Bir buluşmada daha, gün akşama kayıverir, güneş; ateş topu gibi, sarının her tonundan, bakırın kızılına renkten renge bürünürdü… El ele sessiz, tutkun,  büyüsünü bozmaktan çekinerek; ağır ağır batan güneşin, ufuktan denize dalıp yok oluşunu izlerlerdi… Gün batar, umut yeniden doğardı yüreklerinde… Mutluluğun hep süreceği, ufacık gölge düşmeyeceği umudu…

Yolun kenarında, durması için el kaldıran delikanlıyı görünce yüreği hopladı yine. Dolmuşun, yolcu almak ya da indirmek için kısacık duraklamasından huzursuz oldu. Buluşma saati yaklaşırken, “yolu uzatıyor” diye... İnenlere de binenlere de kızıyordu taksideymiş gibi… Dolmuşta olduğunu unutup!

Neyse, çabucak bindi, çok durmadılar.

Kış günlerinde de nerede güzel film ya da oyun varsa izlerlerdi. İkisinin de tutkusuydu sinema ve tiyatro, öğrenci bütçelerinin kısıtlı olmasına aldırmadan hiç birini kaçırmazlardı.

İki yıllık birlikteliklerinde, geçmişi günümüze taşıyan tarih kokan yerleri, müzeleri gezmiş, İstanbul’un güzellikleriyle dolu, ne çok anı biriktirmişlerdi…

Anılarını düşünürken, o günleri yaşamıştı yeniden. Genç kız yüreği buruk, ama sevgiyle ılıdı...

Bugün gidecekleri yeri daha önce görmemişlerdi. Adı gibi güzel miydi?...

Saatine baktı bir kez daha; gecikme korkusuyla… İneceği son durak, iyi ki iskeleye yakındı. Beş dakikalık yürüyüşle ulaşabilirdi. Çabuk yürürse o kadar bile sürmezdi… Sonunda bitmişti upuzun gelen yolculuk... Hızla indi, koşarcasına yürüdü bir an önce kavuşmak için...

Kadıköy iskelesine geldiğinde nefes nefeseydi… Karaköy’den, bir buçuk vapuruyla gelecek, saat ikide buluşacaklardı. Vapur yeni yanaşmış, günlerden cumartesi, bir de iş dönüşü olunca, yolcusu çoktu. Vapurdan inen yaşlılar ağırdan ağırdan, gençler ardından kovalayan varmışçasına çabuk, çıkışa doğru yürüyor, kapıda yığılıyorlardı. Çıkışın dışında bekliyor, gelen yolcu kalabalığını tarıyordu arar gözlerle. Aralarında bulamayınca yüzü bulutlandı. “Gelemeyecek mi?” diye düşünürken, arkasından belini kavradı birisi. Döndü. O’nu görünce yüzündeki bulut uçuverdi... Vapurdan ilk inenler arasındaymış. Dışarıda bekliyormuş aratmamak için, ama görememiş o da… Sarıldılar hafifçe, yanağına, dudağının kenarına yumuşacık bir öpücüğü konduruverdi... Ulu orta minicik selamlaşmayla, ayakları yerden kesilirken, ayıplanıyormuş gibi utandı; yüzü alevlendi…

 Bir haftalık özlemle, elleri sımsıkı birbirine kenetli, iskeleden ayrıldılar; yakındaki otobüs duraklarına doğru. Son görüşmelerinden beri, ne çok şey vardı birbirine anlatacakları. En çok da kendisinin söyleyecekleri… Her zamanki gibi… Durağa geldiler konuşa konuşa. Bekleyen Kadıköy - Rasathane otobüsünün saatini sordular şoförüne, kalkmak üzereydi. Bindiler.

Bir arkadaşlarının, “Boğazın en güzel yerlerinden, kesinlikle görmelisiniz, tam size göre.” dediği Küçüksu’daydı gidecekleri kır bahçesi.

 Otobüsleri, göz kamaştıran yalıları ve köşkleri ardında bırakarak Anadolu Kavağına doğru yol alıyordu...

Bu yakayı yalnızca uzaktan görmüşlerdi.

 Boğazda tekneyle balığa çıktıkları bir hafta sonunda Rumeli Kavağı’na kadar gezmişlerdi karşı yakayı.

 

İstanbul Boğazı’nın iki yakasına inci gerdanlık gibi dizilmişti tarih kokan yalılar, köşkler... Birbiriyle yarışan, doyumsuz güzellikteki mimarîsi, bakımlı bahçeleriyle geçmişin yorgun yaşanmışlığıyla bile dimdik ayaktaydı yüzyıllardır… Ahşabın, oya gibi işlenerek sanat yapıtına dönüşümü daha albenili, daha sıcak gelirdi oldum olası.

 Çapkın delikanlıların, denizden sandalla geçerken; sazıyla sözüyle, yalıda yaşayan sevdiği kıza aşkını ilan ettiği o dönemleri düşleyerek izlemişlerdi görkemli sanat eserlerini.

Denizin, susonalar gibi sevgilisini kucaklarcasına yalılarla oynaşmasının hazzını bozmak, güzellikleri kaçırmak korkusuyla, yalnızca gördüklerini yorumluyor, başka söz etmiyorlardı. Otobüsten, biraz arkadan biraz yandan değil denizden görmek gerek bu benzersiz yalıları.” diye düşündü. Kimileri de, kale gibi duvarların ardında gizem doluydu. Her birinin ayrı güvenlik kulübesi olduğuna göre korunacak çok şeyleri olmalıydı bu insanların. “Bu denli parayı nasıl kazanıyor ve kimler saltanat sürüyor bu yalılarda, nasıl bir yaşamdı buradaki?” ya da “Bu ne görkem.”diye soruyorlardı birbirlerine…Yanıtını bilmeden, bulamadan!

 Küçüksu Kasrı durağına gelmişlerdi.

 İndiler.

Durağı geçince yolun sağında, bahçenin tabelasını gördüler, gidecekleri yön işaretlenmişti. Sevindiler. Kimselere sormaya gerek kalmamıştı.

Asfalt ana caddeden ayrılır ayrılmaz, Arnavut kaldırım döşeli yolda zikzaklarla, denize dik yokuşu tırmanmaya başladılar.

Gövdesinin kalınlığından yaşı okunan çınar ağaçları, yemyeşil çamlar, daha yapraklanmamış ama pembeden mora çiçek açmış erguvanlar, akşamın hafif esintisiyle mis kokularını yayacak leylaklar arasından yürüyorlardı. Baharın kokusunu içlerine çekerek…

Baharın renkleriyle, kokusuyla tüm güzelliğini sunduğu, kış yorgunluğundan silkinmiş yaşlı ağaçlarda ötüşen kuş cıvıltılarının dinginliğiyle, doğanın mis kokusunu içlerine sindirircesine ağır ağır çıktılar tepeye yürüyerek. Nefes nefese gelebildiler kır bahçesine.

Gökyüzüne uzanan yüzlerce servi ağacının süslediği Kıbrıslı Yalısı’nın koruluğundaydı bahçe. Kış mevsiminde,  dışarıda oturmak istemeyenler için kapalı bir restoranı da vardı. Binanın girişindeki şık çerçeveli tabela çekti dikkatlerini.

Sevda Tepesinin öyküsüydü…

Yaşadıkları büyük aşkın mutlu sonla taçlanmayacağını anlayınca; bu korulukta, babasının tabancasıyla, önce güzeller güzeli Belkıs Hanımın sonra da kendi canına kıyar yakışıklı Vahit Bey. Sonu hazin biten sevdalıların anılarını yaşatmak üzere; Çamlıktepe adı Sevda Tepesi olarak değiştirilir.

“İşte böyle bir şey ölümüne sevmek!” dediler…

Buğulu gözleriyle, Belkıs Safter ile Teğmen Vahit Emin’in acıyla son bulan büyük aşklarını saygıyla anarak…

Yoğun duygularla oturdular, doğayla uyumlu, eskitilmiş ahşap masalardan birine.   

Boğazın doyumsuz görünümüyle, sevda kokan tepede nefesleri kesildi mutluluktan. “Daha önce nasıl duymadık, gelmedik.” diye yazıklandılar, ama arkadaşlarına “teşekkür” etmeyi de unutmadılar.

Kalabalık değildi. Çevrelerine bakındılar, masalarda oturanlar seçkin insanlardı.  Çocuklu ya da çocuksuz aile görünümündeydiler. Arabasında uyuklayan bebekleriyle, genç bir çift oturuyordu yan masada.

-Karı kocanın; arkadaş, dost, sevgili, birbirlerine eş olabilmesi, yaşamı her şeyiyle paylaşabilmesi ne güzel! Kocasına eşlik etmesi, içkilerini birlikte yudumlayabilmeleri ne büyük keyif! dedi. Sımsıcak sevgiyle, dostça bakarken...

Şimdiye dek hiç içki içmeyen genç kıza, yan masada rakı içen çifti anlatıyordu.

Çağdaş bir ailede yetişmişti. Tutucu değillerdi, ama genç kızlar içki içmezdi ailesinde.

Oysa sevdiği erkek; arkadaş canlısı, gezmeyi, eğlenmeyi, yemeyi, içmeyi çok seviyordu… 

Üniversiteyi yeni bitirmişti. İş bulduğu bir Anadolu kentine gidecek, ayrılacaklardı yakında…

- Seviyor muyum? Yaşamı paylaşmaya hazır mıyım? Yaşamı paylaşırken, kişiliğimden ödün vermeden alışkanlıklarımı ne ölçüde değiştirebilirim? Bu bir evlenme teklifi olabilir mi? diye düşünürken, sayılı günlerinin hüznüyle…

 Garson geldi.

Yiyecek ve içeceklerini ısmarladılar…

Yayın Tarihi
16.11.2021
Bu makale 1089 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!