Oldum olası sevmem, “Ben demiştim, o zaman dinlemediniz” söylemini… Ancak bazen de geçmişi hatırlatmak gerektiğine de inananlardanım.
Hep birbirimize soruyoruz; “Ne olacak halimiz?” Ya da “Bu gazetecilik nereye gidiyor?” diye.
Aldığımız cevaplar hiç de pozitif değil. Kimse kimsenin halinin ne olduğundan, ya da olacağından bihaber… Herkeste bir korku, bir bedbinlik…
Bizim mesleğe başladığımız yıllarda klişe veya klasik olagelmiş bir laf vardı, medyanın/gazeteciliğin, yasama/ yürütme/ yargı erklerinden sonra, “dördüncü kuvvet” fonksiyonunu yerine getirdiği...
Ne gururlanırdık, ülkeyi yöneten 3 büyük erkin ardından anılmak, yönetime katkı vermenin gururuydu bu. Demokrasilerde siyasî partiler nasıl ki, demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru ise, gazete/gazetecilik faaliyetleri de, açık ve şeffaf bir toplumun oluşması ve bunun devamı için zorunludur…
Bize mesleğimizi böyle öğrettiler.
Dahası da var. Bir ülkede ifade özgürlüğünden... Haber alma ve bilgi edinme hakkı olan basın özgürlüğünden “dem vurabilmek” için, bağımsız ve özgür basından bahsetmenin gerekliliğini ezberledik bizler…
Hatta daha da ileriye gidip rahmetli Sedat Simavi’nin distur olmuş sözlerini ezberledik:
“Genç gazeteci arkadaşlarım;
Gazetecilik zor ve meşakkatli, bir meslektir. Ama bir o kadar da zevklidir. Kalemine daima sadık kal, gerekirse kır, sakın satma…”
***
Biz bu günlerin geleceğini 12 Eylül’den sonra gördük…
Artık görünen köy klavuz istemez… Bu günlerde Türkiye’de, tam anlamıyla “özgür” ve “bağımsız” basından söz etmek pek olanaklı değil artık.
Evet bizler bu günlerin geleceğini 12 Eylül sonrası gördük…
Basın gitti medya geldi…
Medya’da sermaye yapısı değişti, gazeteci olmayan, diğer işlerini yürütebilmek, daha çok para kazanmak için ellerindeki gazete ve televizyonları silah olarak kullanan yeni patronlar geldi. Güç zehirlenmesine uğradılar, bankalar satın aldılar, iktidarlarla salvo yaptılar, iktidarları 4. Kuvvet olarak belirlemeye başladılar.
Gazeteler; gazete yerine tabak, tencere yiyecek-içecek satar oldu. Gazeteler verdikleri haberler için değil, verdikleri ürünler için satın alınır hale geldi. Gazetelerde haber için ayrılan bölümler, ilan ve reklama tahsis edildi. Gazeteciler işten çıkarılmaya başlandı. Patronların isteği ile gazeteciler sendikadan çıkmak için noterlerde kuyruklar oluşturdu, istifa etmeyenler kapı önüne konuldu. Patronlar kendi aralarında yaptıkları ve adına “Centilmenlik anlaşması” uyarınca, bir gazeteden çıkarılan gazeteci diğer gazetelere giremedi. Patronlar, kendileri sansür uygulamaya başladı. Gazeteciler üzerinde “dolaylı” ya da “doğrudan” baskı oluşturarak, özgürce fikirlerini açıklamalarına/ yazmalarına, piyasa ekonomisinin gerekleri yüzünden “fırsat” tanımadılar. Gazeteci/yazar örgütlenme hakkından sonra editoryal bağımsızlığını yitirdi. 212 Sayılı Yasa ile gazetecilere verilen haklar, iktidarların da patronlara uyması ile birer birer kaldırıldı. Büyük gazetelerde çalışan ve gazetenin farkındalığını oluşturan, trajını artıran yazarlar iktidarların isteği ve maliye kontrolu ile tehdit edilen patronlar tarafından birer birer kovulmaya başladı.
Ve en tehlikelisi iktidarın veya iktidar gücünü elinde bulunduranlar, kendisinden yana olabilecek bir basın yaratmayı başardılar…
Türkiye’de gerçekten de gazetecilik, zorlaşmaya başladı.
Bugünlere özetle böyle geldik. Yolsuzluk, usulsüzlük, hırsızlık yazan, kurumlardaki pis kokuları kamuoyu ile paylaşan gazetecileri, karar vericilerle işbirliği yaparak mahkûm ettirdiler.
İtibarımızı elimizden aldılar…
Güven bunalımının tam ortasına attılar…
Gazeteci tu-kaka sayılan mesleklerin başına geldi.
Bizler gazetecilik yaptığımızı sanarak oradan oraya koşuşturup duruyoruz, bizi ne okuyan, ne de dinleyen var. Biz denizin dibinde kurtarıcı bekleyen gazetecileriz…
Hayırlı ve mutlu bayramlar olsun…
Not: Bu yazı 5 Temmuz 2016 tarihinde AGC’nin Bayram Gazetesi’nde yayınlanmıştır