Ulusal Dilimiz ve TDK

Türkçe gidererek daha çok yabancı dil karmaşası içinde giriyor. Yabancı sözcüklerin kullanılması, sesletim sorunları, yanlış kullanılan sözcükler, yazım (imla) yanlışları ve konuşma dilimizin yazım dilimizden farklılıkları gibi pek çok konu üzerinde yapılan tartışmalar gerçekte Dil Devrimi'nden beri sürüyor.

Dil Devrimi'nden sonra ortaya çıkan ya da o dönemde yapılan pek çok tartışmanın, zaman içinde unutulsa da, zaman zaman yinelendiğini görmek hem gülünç hem üzücü. Örneğin, yıllar öncesi tartışmalardan biri [x],[ w] ve [q] harflerinin Abeceye alınmamasıyla ilgiliydi. Oysa 1933 yılında Dil Encümeni soruna bir çözüm üretmişti.  ''Türk telaffuzu olan sözcükler Türk telaffuzu ile yazılmalıdır: İskender, Aristo, Bulgaristan gibi. Türkçe telaffuzu olmayıp milli telaffuzları bilinenler Türk imlası ile yazılıp sözcüklerin milli imlaları parantez içinde gösterilmelidir.''

Dil Devrimi döneminde, sorun sadece alfabedeki imler olmamış: Türkçenin yazım dili kuralları belirlendikten sonra, konuşma dilimizde de dilimizi seslendirirken ortak ağız İstanbul ağzı olarak belirlenmiş. Türkçenin yabancı sözcüklerden temizlenmesi için çalışmalar başlatmak için TDK kurulmuş. 

Kurum bu bağlamda, Arapça ve Farsça sözcüklerden kurtulmak için yoğun çaba gösterilirken 1932 yılında Cumhuriyet gazetesinde Yusuf Ziya Ortaç‘ın başka bir soruna dikkat çektiğini görürüz. Ortaç, kullanılan yabancı sözcüklere değinerek, bunun salgın haline geldiğini belirtip otel ve diğer iş yerleri adlarından örnekler verir. Günümüze baktığımızda bu konuda Türkçeyi koruyucu olmak adına değişen pek bir şey olmadığını görüyoruz.

Aynı dönemde İsmet İnönü de ilginç bir saptama yapıyor: ''Türk dili, dört bir tarafı açık kalmış bir yurda benziyor.'' Günümüzde açıklık ve umursamazlık daha da arttı. Bırakın Türkçeyi, Türkiye Cumhuriyetinin “dört tarafı açık” bir yurda dönüştüğü ortada.

Bunun nedenini de bir öykü ile anlatalım: Dil Devrimi'nin ilk yılları, Milliyet gazetesinde 1935 yılında çıkan bir yazıya konu olay yazının yazıldığı tarihten 30-35 yıl önce yaşanmış: 

1900’lerde İstanbul’da bir camide, Abdürrahim adlı bir hoca kürsüye çıkıp vaaz vermeye başlamış: ''Vaktî, yevmî, ruzî, yani senin dilince bir gün... recülî, şahsî merdî, yani senin dilince bir adam, mürur ederdi, abur ederdi, güzeşt ederdi, yani senin dilince geçerdi!.''

Hocanın ikide bir ''senin dilince...'' demesine sıkılanlar merak edip sorarlar: ''Hocam, güzel şeyler söyledin, ama bunların Arapçasını, Farsçasını karıştırmasan olmaz mı?'' Hoca, sakalını sıvazlayıp karşısındakine şunları söyler: ''Oğul, bizde halk, kendi dilinden de olsa, apaçık söylenen sözlere kulak asmaz. Eğer böyle vaktî, yevmî, ruzî yerine bir gün diyecek olsam, - bu hoca da bizim gibi konuşuyor. Bizden ne farkı var?- derler. Böyle üç dört dilden söz karıştırmalı ki, herkes ağzının içine baksın!der.*

 Sanırım toplum önderleri ve milletvekilleri, onun için yıllardır halka hep anlamadığı dille seslenir olmuşlar. Ancak bir fark var; Abdürrahim Efendi kullandığı Farsça, Arapça sözcüklerin anlamını biliyormuş ve Türkçesi ile birlikte söylemiş;  oysa günümüzde özellikle yayın organlarında, bilir bilmez yabancı sözcükleri ve anlamsız iş yeri adlarını kullanmak ve Türkçe deyimler varken yabancı dilden alınan deyim ya da söylemleri kullanmak olağan karşılanır oldu.

Bir temel yanlış da; Atatürk tarafından  vasiyeti ile desteklenen TDK ve TTK’nun. 12 Eylül 1980 den sonra, özerk bir organ olmaktan çıkarılıp, Anayasa’ya konan bir madde ile Başbakanlığa bağlı ''Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu'' adıyla devlet kuruluşu haline getirilmesidir.

Atatürk’ün her iki kurumla ilgili vasiyetine ilişkin sorunu; o günlerde CHP’ne, Meclis Başkanlığı, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığına iletmeme karşın, Deniz Baykal’dan aldığım “izliyoruz” anlamındaki yanıtı dışında bugüne kadar gelişme sağlanmadığını belirtmeliyim.

AB’ye uyum yasaları nedeniyle 1982 Anayasa’sı kuşa döndürülürken, bu konu CHP tarafından yeniden ne gündeme getirilmiş, ne de yeni bir girişim yapılmıştır. Atatürk’ün vasiyetinde sözünü ettiği aktarımların, ilgili kurumlara aktarılıp aktarılmadığını, aktarılmadı ise vasiyetin ne olduğunu bilmiyorum ve  hiçbir yöneticinin umursadığını da sanmıyorum.

Ulusal bütünlüğümüzün temelini oluşturan, Türkçenin korunması, geliştirilmesi için gerekli yasal düzenlemeler incelenmeli, TDK ve TTK eski özerkliğine ve vasiyet hakkına kavuşturulmalı, gerekirse bugünkü Akademi özerk konuma getirilerek, Türk yazarlarının ve dilcilerin ve üniversitelerin katkılarının artması sağlanmalı, ulusal dille (Türkçe) temel eğitim yasallaşmalıdır. Okullarımızda ve öğretmen yetiştiren eğitim kurumlarında yazım dilimizle birlikte sesletim (konuşma) dilimizin kuralları da öğretilmelidir. Anayasa değişiklileri sırasında CHP bu konuda bir girişim yapar mı, dersiniz!..

Yoksa!.. “Vaktî, yevmî, güzel Türkçe kendinden; mürur eder, abur eder, güzeşt eder!” Yani senin dilince yok olur gider.

*Fıkra;  Nurcan BOŞDURMAZ ‘dan alıntıdır. İBÜ Türkçe Böl. Öğr. Görevlisi

 

Yayın Tarihi
15.03.2010
Bu makale 9417 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Akın bey, rahmetli babam Selahattin Çiller T:D:K yönetim kurulu üyesi idi. TDK na Rahmetli Ecevit zamanından beri malesef önem verilmiyor. Zaten bu ortamda önem verilmesi de beklenmemeli! Saygılarımla.

Mehmet Çiller 15.03.2010

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!