Duyar mısınız iç çekişimi?

Biz o yağmur kuşağı çocuklarıydık /  bilgi bereket olur birikirdi beyinlerimize Sevgi bulut olur inerdi yüreklerimize/ emek yağmur olur yağardı evrenimize.” diyor uzun şiirinde Anadolu gezgini, ışık kaynağı; Anafilya yazın dostu,  Prof. Dr. Yıldız Tümerdem.

Evet “biz o yağmur kuşağı çocuklarıydık”, can olup geliştik o topraklarda. Bayramlarda çocuklar gibi şendik. Tek önderimizdi. Göklerde salınacak, tüm mazlum ülkelere ışık olacak bayraktı bizler için, Mustafa Kemal Atatürk. Hala öyle…

Bugün onu kitaplardan, okul ve devlet duvarlarından, hatta alanlardan silmeye çalışanlara ne demeli. Yıllar yılı cumhuriyet için, laiklik ve bağımsızlık için, yurt bütünlüğü, kardeşlik için ışıdık. Derken öyle dönemler geldi ki zamanlar içinde: öyle bir yüklenildi ki üzerimize, geliştirip büyüttüğümüz yeni fidanları yeşertecek o kutsal toprağı, yağmalardan kurtardığımız ellere peşkeş çekilmesine engel olamadık.

2006 ve 2007 alanlar yılıydı Anadolu’da. Döküldük yollara yürüdük, yürüdük ellerimizde bayraklarla. Biz “yağmur kuşağı çocuklarıydık” yurdun dört bir yanındaki alanlarda. Bir bölümümüz, azalarak da olsa seçime kadar sürdürdük uyarımızı, ellerimizde ay-yıldızlı bayraklarla, gelen ve gelmekte olan için.

Sonra bir bölümümüz yetinmedik Tandoğan’dan Samsun’a kadar uzanan zincirle, kardeşlik ve bütünlük için Diyarbakır’daydık, sonrası İncirlik üssünün dibindeydik, bağımsızlığımız için Adana’daydık. Çankaya için Ankara Kurtuluş parkındaydık, seçimde Anadolu yollarındaydık. Amaç “yağmur kuşağı çocuklarına” armağan edilen Cumhuriyeti, bağımsızlığı, egemenliği, laikliği ve Atatürkçülüğü (Kemalizm) korumak ve yeniden işler kılmaktı.

Olmadı, yetmedi alanlarda toplanmalar, yetmedi bayraklar, seslenişler. İş bilenin kılıç kuşananındı artık, Atatürk’ün aydınlanmaya yönelttiği Anadolu’da. Atatürk’ün önderliğinde yedi düvelle savaşarak, Anadolu’nun her karışını atalarımızın kanıyla sulayarak kurduğumuz Cumhuriyet; meclisten başlayıp, Çankaya’ya kadar ele geçirildi.

Ülkenin bir bilinmeyene sürüklenişine dayanamıyor yüreğim. Seyirci kalmak sıkıyor boğazımı. Yutkunamıyorum, soluk alamıyorum, tıkanıyorum. Çocuklarıma ve torunlarıma “çağdaş uygarlıkların üstünde” bir ülke bırakamayacağım için kahroluyorum. Geliyorum diyen karanlığı anlatamadığım için, eleleliği çoğaltamadığım için üzülüyorum. Bu suskunluğu, bu çaresizliği çözemediğim için, sesimi duyuramadığım için yıkılıyorum.

Artık bayramların eski tadı yok. Coşkusu yok, eleleliği yok. Gözlerdeki çocuksu ışıltı sönmüş. Dört bir yanımda yeni yıkımların, yeni olumsuzlukların ağıtlarını duyuyorum sessizliklere inat. Haydi, biz geldik gidiyoruz, ya çocuklarımız ve torunlarımız! Onlar torunlara kavuşabilecekler mi? Bizler ve bizim çocukluğumuz ve çocuklarımız gibi; farklı ırkların birleşimi ile oluşmuş akraba sevgileriyle yoğrulabilecek mi yürekleri?

Zor günlerin eşiğini aştık, basamaklarını tırmanıyoruz artık. Adım adım, tıknefes ve gönülsüz, anlamsız. Bu kez tanrı aydınlanmaya biraz ilgisiz mi ne? Yoksa insan düşüncesine akıttığı sabrı mı ölçüyor kötücüllerin çarkında. İyi de hani sabır her şeyin ilacıydı! Oysa o eskinin tükenmez sabrı giderek taşlaşıyor, yerini önce umutsuzluğa, sonra umursamazlığa ve vurdumduymazlığa bırakıyor. Tek başına sabır, yanlışı durdurmaya yetmiyor artık.

Çevremde o ilk gençliğimin aydınlık yüzleri yok. Bakışlar fersiz, boşluklarda geziniyor başıboş. Kaşlar yatık, gözkapakları ağırlaşmış kapandı kapanacaklar. Ağır ve kötücül bir hava yığılıyor Anadolu’nun üstüne, her gün daha da ağırlaşarak. Çöküyor insanların üstüne tüm baskınlığıyla. Omuzlar bile çöküntüye uğramış yaşamın olumsuzluklarından. Sırtlarda kamburumsu tümsekler, başlar dikleşemiyor. Ötelerde birileri yıkım fırınını körükleyip duruyor. Alevler her gün daha da yükseliyor ve her an daha yakıcılar. 

“Yağmur kuşağı çocukları”, geç çocukluğunu yaşıyor artık. Bilgiyle bilgelikle birlikte yoğrulmuşlardı, ne var ki çaresizler. Bilimin umursanmadığı, hor görüldüğü bir noktadayız. Geriliğin, çağ dışılığın perdesi her an biraz daha kararıyor. O eski yağmurlar yağmıyor artık, katıksız sevgiler diri bir yürek arıyor kümelenecek. O eski yağmur kuşaklarının ya canı çekilmiş ya da yağıp esmeye gücü yetmiyor. Sevgiler yitik, aşklar uluorta. Yağmur kuşağı yerini, umursamazlık kuşağına bırakmış. Gençler okullarda okur gibi yapıp, gece barlarda diskolarda uyuşturucuyla beyinlerini düşünemez kılıyorlar. Sorunlarının çözümlerini boşlukta arıyorlar.

Her yanda mafyalar; arazi, inşaat, dolmuş, otopark, pazar, silah, esrar, kara para aklama mafyaları ve daha niceleri. Kentler yaşanılır olmaktan çıktı, komşuluklar anılarda sıkıştı. Anadolu o yağmur kuşağı Anadolu’su değil. Vur vuranın, çal çalanın, suç çarpılanın.

 Hani, o yağmur kuşağı öğretmenlerinin, Anadolu’nun ulaşılmaz sanılan en uç ve tepe noktalarına ulaştırdıkları ilkeli aydınlığın ışıltısı? O uç noktalar çoktan terkedildi, düğün-dernek, Türkçe okuma-yazma bayramı; yerini hainliklere ve yağmalara bıraktı. Anadolu gökleri bombalarla inliyor, topraklar toz duman, kan denizinde. Yağmur kuşağı çocuklarının torunları, yemen çöllerinde değil, Anadolu topraklarında ölür oldu artık. Hem de görevde, ülkeyi hainliklerden korurken. Çerçevesi, hedefi belirsiz açılımlar planlanıyor gerilerde.

Çeşmeler, göller, ırmaklar kurudu, kıraçlaştı Anadolum. Ekinine, meyvesine ambargo kondu, üretimi sınırlandırıldı, harmansızlaştırıldı, bereketsizleştirildi. Ağıtlar sardı her yanı. Dürüstlüğü yoğuran o nasırlı ellerin parmakları bir olup, avuçlar olup, tanrıya bile açılamıyorlar artık.

Anadolu üretimsiz. Kısıtlanmış ekin ekmesi. Sarı başaklar salınmıyor artık ovalarda. Kurşun yağıyor çünkü üstüne, mayın tarlalarına döndü sınır boyu. Ekmeğinin ununu el kapılarından dilenir oldu yağmur çocukları. O sıcacık yufkanın, tadı yok artık damaklarda. Gençler ayaküstü yeme-içmelerde karın şişiriyor, hatta tıkınıyor en hızlı biçimde. İşsizlik kurak ovalara çadır kurmuş. Yel üfürüp, fırtına süpürmekte son kalıntıları.

Nerede o Anadolu’nun Tanrısal ateşi? Nerede evrensel barış, nerede sevgiler, elelelikler, geleceğe taşınması gereken umutlar?.. Nerede o yüce Anadolu sezgiselliği?

Dünyanın en bereketli topraklarında, aydınlanmanın filizlendiği ovalarda, yaylalarda, varlıktan yokluğa kaydık. Düşüncelerin ışığını söndürdük, karanlıklara gömülüyoruz.

Var mıdır? Yeniden, bulunur mu acaba, “kurtaracak bahtı kara maderini”?

Duyar mısınız iç çekişimi!   

Bu yazı Antalya’da 11.10.2007 tarihinde yazılmış ve ilk kez www.anafilya.org sitesinde yayınlanmıştır.

 

Yayın Tarihi
19.11.2009
Bu makale 9537 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
..... Gönül minnet etme sultana hana Kaderin gayrısı gelmez meydana Dostun bir fiskesi dokunur cana Adular taşını vurmuş vurmamış Hüseyin beyhude ah etme naçar Bir kapı örterse birini açar Buna dünya derler hepisi geçer Hangi günü gördün akşam olmamış.

Öznur TANAL 24.11.2009

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!