Bir yerlerde yanlış yaptık. (1)

Geçtiğimiz günlerde, yaşlılık sınırını aşmış biri olarak biraz eskilere daldım. 40’lı yılların sonu, 50’lili yılların ilk yarısını anımsamaya çalıştım. Yani bizim kuşağın çocukluğu ve ilk gençlik yılları.

İlkokuldan ortaokula geçmek önemli bir olaydı, büyümenin işaretiydi. Hele Liseli olmak, bir başka ayrıcalıktı. Üniversite öncesi, günümüzdeki seçme sınavları yerine, lisenin üç sınıfından birden bitirme sınava girmek gerekiyordu. Sonra istediğin üniversiteye kayıt yaptırabilirdin. Zaten bir İstanbul vardı bir de Ankara.

O dönemlerde giysilerimizin genel adı “garson boy”du. Bir yıl giydiğimiz ertesi yıl kısalırdı ve kollar ile paçalarda içte bırakılmış parçalar açılarak uzatılır, bir yıl daha giyilirdi. Pazardan alınmış lastik benzeri ayakkabılar giyerdik. Kışın ise (cıslavet) lastik çizmeler. 

Bir an önce büyüme isteğindeydik. Sakallarımız çıksın diye tersine kazırdık.  Çocukluktan delikanlılığa geçerken attığımız her adım; “insanlık için küçük, bizim için çok büyüktü”. İnsan doğasının gereği kızlar en birinci ilgi alanımızdı, kızlar için de biz erkekler. Sınıfta, gözümüze kestirdiğimizin arkasındaki sıraya oturup, ders boyunca saçlarına küçük dokunuşlarda bulunmak, defterini düşürüp almak, teneffüste ya da okul çıkışında eve kadar arkası sıra yürümek, çevreye çaktırmadan sevgi sözcükleri mırıldanmak temel uğraşlardı. Sonra göz göze kesişir, kaçamak bakışlar fırlatırdık birbirimize.

Sınıflar arası maçlar, tiyatro, koro ve folklor çalışmaları, hafta sonu sinemalar, daha da yakınlaşmamızın kaçırılmaz fırsatlarıydı. Hele aynı oyunda eşleşmişseniz, keyfine doyum olmazdı okul yaşamının. Bu arada sinemaların arka sıralarında, büyüdüğümüzü belli etmek için, tek tek satılan sigaralarımızı gizli gizli içmeye çalışırdık.

Kendimize bakmamız, sağlıklı görünmemiz, temiz giyinip terbiyeli ve saygılı olmamamız gerekiyordu. Bunları yaparken bir yandan da, onurlu, ciddi, olmalıydık. Öte yandan arkadaşlıklar, bitmeyecek dostluklar önemliydi.

Sonra bir de baktık ki, okullar bitmiş, eli iş tutacak çağa gelmişiz. Askerlik, iş derken, ne “hatıra defterleri” kaldı ne de adlarımızı yazdığımız sıra kapakları, ağaçlar. Yollar ayrıldı bir bir.

Tek tip, üniformalı yaşamdan, az daha serbest yaşama yatay geçiş yaptık. Askerlik, iş-güç derken, yıllar çabucacık geçti. Biz okulları bitirinceye kadar, lise mezunu olmak yetersiz kalmıştı bile, artık üniversiteyi bitirmek gerekiyordu. Ekmek aslanın ağzındaydı ve devlet kapısına kapılanabilmek için “hamil-i kart” geçerliydi. İş ayarlandıktan sonra hanım hanımcık bir tanıdık kızıyla – akraba kızı da olabilir- evlenebildi çoğumuz. Daha o zamanlar kentlerarası ilişkiler gelişmemişti.

Sonra çocuklar; bakımları, okulları, sınavları ve de giderlerine yetişmede yaşanan zorluklar. Para yetmeyince ek işler, evde çalışmalar; toplumdaki kutuplaşmalar içinde yaşanan çelişkiler, işsiz kalmalar; bir süre ana-baba eline bakmalar, zamana karşı koşturma içinde geçen koca bir ömür.

Bu arada yaşam biçimleri farklılaştı. Televizyonla birlikte değişim hızlandı. Yurtdışı ilişkiler arttıkça, oralardaki yaşamlara özenme başladı. Davranışlar, yaşama bakış açıları ve beklentiler değişti. Avrupa’ya ilk açılışımız daha paralı iş bulmak içindi.

Zamanla kız-erkek arkadaşlığı farklılaştı. Okullar, parklar, dershaneler, “cafe”ler, hatta geceleri barlar onları bekliyor artık. Kitap içindeki iki satır mektupların yerini e-postalar, cep telefonları aldı. Belki biraz zamansız ve bilinçsizce, ama erkek- kız birbirlerini daha iyi tanıdı. Günümüzde fazlasıyla tanıdıkları da bir gerçek.

Özel televizyonlar değişimde ikinci yol ve birazda olumsuzluk örneği oldu. Aile kurumunun kutsallığı ortadan kalktı. Yazarlar, çizerler, artistler, mankenler, şarkıcılar, Halkın gözü önünde; her gün yeniden ayrılıp, birleşip, yeni aşklar yaşayarak, topluma olumsuz örnek olmaya başladılar.

Kentler büyüdü, Anadolu’nun her hangi bir yerinden bir insan, damat ya da gelin olarak karşımıza geldi. Bize yalnızca tanışmak, el öptürmek kaldı. Anneler-babalarla çocuklar arasında anlaşmazlıklar, sorunlar, kırgınlıklar yaşamın bir parçasıydı artık. Adına “kuşaklararası çatışma” ya da “çağdaşlık” dedik

En önemli değişim, insanların bir evde doğup, büyüyüp, evlenip, çoluk çocuğa karışıp, yaşlanıp, ölmesi döneminin kapanışıydı. Anadolu’nun kuzeyinde doğup, batısında büyüyüp, ortasında okuyup, güneyinde evleniliyor. Yaşlılar; evlerinde değil, ya huzur evinde ya da elin elinde ömür tüketip ölüyorlar.

Evet bir kuşak sürecinde neler değişti, neler! Şöyle bir bakın çocukluğunuzdan bu güne. Toplumun, toplumsal ilişkilerin ne kadar değiştiğini ve aile bütünlüğümüzü ne kadar yitirdiğimizi, ne kadar bireyselleştiğimizi, bencilleştiğimizi göreceksiniz.

Değişimi, çağdaşlaşmayı, özgürlüğü hep istemiştik. Onun için zaman zaman alanları doldurmuş, arada erkle çatışmış ve kimilerimiz yaşam hakkımızı yitirmiştik; onun için okullardan atılmış, onun için işsiz kalmıştık.

Ama sanırım bizim istediğimiz bu yaşam değildi.

Sanırım bir yerlerde yanlış yaptık. Ne dersiniz?

 

Yayın Tarihi
17.01.2010
Bu makale 8984 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!